Röportajlar

Röportaj-1

Faize Özdemirciler-Cengiz Erdem

F.Ö: “Kara bahtlı okur” seni ”Avrupa” ve “Afrika”daki yazılarından biliyor, ben de öyle. Ben senin yazılarını okurken, yazmaktan başka bir şey yapamayacağını ve aslında yapmaman gerektiğini düşünürüm. Yine de sormak isterim: Yazı senin için nedir? Bir ev mi, bir oda mı, kitabında da olduğu gibi bir hücre mi yoksa? İlhan Berk yazıyı cehennem olarak tarif eder, katılır mısın buna?

C.E: Ben daha ziyade cennetle cehennemin kesiştiği yer olarak görüyorum yazıyı. Yani sadece cehennem, veya sadece cennet değil, hem ikisi hem de hiçbiri. Yazı benim için hayatı olumlamanın yoludur. Öyle garip bir şeydir işte yazı, ki ben şahsen ölmemek için yazıyorum, yazmasam can sıkıntısından ölürdüm herhalde, yazarken bile ölüyorum zaten can sıkıntısından, bilmiyorum, bilemiyorum, yazsam vay yazmasam vay… Ama doğrudur, senin de dediğin gibi ben yazmak için yaratıldım yüce Tanrı tarafından (bu noktada gülünmüştür, gülüşmeler). Yazmaktan başka bir şey gelmiyor elimden, aşırı derecede yoksunum yazı dışındaki hayattan. Normal bir hayat değil benimki, hayat bile değil hatta, başka bir şey… Olay yok hayatımda, sadece bazı rutin ritüeller var. Sadece çıplak kemiklerden ibaret minimalist bir yaşam sürdürüyorum. Aynen Beckett’in oyunlarındaki gibi yani, toplumsalın dışında bir var oluş serüveni. Yazarak bu anlamsız var oluşu anlamlı kılmaya çalışıyorum. Çok karamsar bir insanım, o kadar ki, karamsarlığımın patolojik boyutlara vardığı oluyor zaman zaman. Aktif bir karamsarlık ama bu; felç etmiyor yani kişiyi. Aklım karamsar, irademse son derece iyimser. Anlatabiliyor muyum? Bu gerçekçi karamsarlık beni pasifize etmiyor, bilâkis, kötü şeyleri iyiye dönüştürmek için eyleme geçmeye sevk ediyor. Neticede karamsarlığımın bile mizahi bir yanı var, o yüzden de şikayetçi değilim halimden, kendimi ve insanları affedeli çok oldu.

“Beni Bu Dışarıdan Çıkarın” senin ilk kitabın ama herhangi bir ilk kitap gibi durmuyor. Sen yıllardır zaten yazıyla uğraşıyorsun. Bu kitabın 1997-2007 arasında tecrübe ettiğin acı, keder, elem ve ıstırapların beynine yansımasıyla zuhur ettiğini söylüyorsun. Nietzsche’nin etkisi bu değil mi? Sanki, acının yaratıcılık için gerekli olduğunu söylemiş gibi değerlendirilir Nietzsche. Oysa o, çekilen acıların insana güç kattığını söylemek istemedi, güçlü olmak için acı çekmek gerektiğini de söylemedi. Bunlarla epeyce meşgul olduğun anlaşılıyor ve kitabına da Nietzsche ile başlıyorsun zaten. Ben senin kitabını okurken “kara bahtlı bir okur” olarak bazen ıstırap ve elem sözcüklerini ironik olarak kullandığın hissine kapıldım, sonra “ironi”nin kendisi de kederlidir dedim… Sen daha iyi bileceksin bunları…

Doğrudur, ironiktir tüm bunlar, ama bunların ironik olması daha da ironiktir, zira insanın kendi acısına, elemine, kederine, ıstırabına gülmesi söz konusudur burada. Gerçektir bu acılar ama bu acıların gerçekliği onlara boyun eğmemizi, hayatın gerçeklerine yenilmemizi gerektirmiyor, bilâkis, üzüntüsü o boyutlara varır ki, insanın ölmemek için kendi haline, biçareliğine kahkahalar atmaktan başka çaresi kalmaz. İki meşhur laf vardır bu konuda; birini Kafka söylemiştir bu lafların, ötekini Beckett. Kafka, “İşler daha kötüye gidemez hale gelince daha iyiye gitmeye başlar,” demiştir, Beckett ise, “Mutsuzluk dünyanın en komik şeyidir.” Nietzsche konusuna gelecek olursak, Nietzsche ıstırabın yaratıcılık için şart olduğunu değil, yeni bir şey yaratmış bulunmanın genellikle ıstıraplı bir sürecin neticesi olduğunu söylemişti. Eserlerine bunalımının damgasını vuran Nietzsche’nin yaşamı boyunca maruz kaldığı ıstırapları nasıl bir vecd hali içerisinde kaleme aldığını düşünürsek, kendisinin kemale ermek için acı çekmenin gereğine değil, kemale ermiş kişinin genellikle kemale eriş sürecinde acı çekmiş olduğuna vurgu yaptığını idrak ederiz.

Hastalığım yeni teşhis edildiğinde sevgili Hakkı Yücel’in önerisiyle o günlerde yeni çıkan Irvin Yalom’un bir Nietzsche alegorisini, “Nietzsche Ağladığında” isimli kitabını okumuş ve çok yararlanmıştım. Daha sonra da, eskiden okuduğum Nietzsche’yi yeniden okumaya başladığımı hatırlıyorum. Ben özellikle, “Beni öldürmeyen şey bana güç verir,” sözünün psikanalizin çok işine yaradığını düşünüyorum, ne dersin?

“Nietzsche Ağladığında” adlı kitap benim de hayatımda derin izler bırakmış bir eserdir. O kadar ki, bu izleri hâlâ taşıyorum. Sen yararlanmıştın bu kitaptan, bense yaralanmıştım sevgili Faize. Hatırlıyorum, köpek gibi yaşıyordum o günlerde, Schindler’s List filminin soundtrackını dinleyip, Nietzsche Ağladığında kitabını okuyordum bütün gün, bütün gece. Oturma odasına bir şilte çekmiş, o örtüsüz şiltede yatıp kalkıyordum, üstelik halı da yoktu yerde. Yemeklerimi bile orada yiyordum, insan kılığından çıkmıştım, hayvanlaşma gerçekleşmişti; hatırlamak istemiyorum o günleri. Beni öldürmeyen şey hiç de güçlü kılmamıştı beni, aksine yavaş bir ölümün kölesi kılmıştı. Psikanalizin işine yarayabilir bu söz ama bence sadece geçici bir teselli verebilir kişiye. Bizi öldürmeyen şeylerin bizi güçlü kılacağına inanmıyorum ben şahsen. “Beni öldürmeyen şey beni güçlü kılar,” demek suretiyle Nietzsche aslında başımıza gelmiş kötü hadiseler karşısında umutsuzluğa kapılıp yenilgiye uğramak yerine, bu hadiselerin şu anda gerçekleştireceğimiz eylemler vasıtasıyla uzun vadedeki anlamlarına kavuşacaklarını, dolayısıyla da bu kötü hadiseleri lehimize çevirmek yolunda çaba sarf etmemiz gerektiğini söylemek istemektedir. Yani evet, benim başıma bu son derece üzüntü verici şey geldi ve/fakat ben bunun beni güçsüz kılması yolunda değil, bilâkis, gücüme güç katması yolunda hareket etmeliyim ki, bu hayatta mutlu olabileyim. Ancak belki böyle yorumlanırsa bir işe yarayabilir bu söz, ki sanırım bu yüzden yaramıştı senin işine.

Şu anda son rötuşlarını atmakta olduğun doktora tezinin konusu, yaratıcılıkla yıkıcılık arasındaki ilişki ve kitabında da paralel gidiyor yaratmakla yıkmak. Diliyle, kurgusuyla, özellikle Kıbrıs’taki okurlar için, yeni ve farklı bir kitap olduğunu düşünüyorum… Dil konusunda kendini sınırlamıyorsun, konuşma dilini çok iyi yerleştirmişsin… Sen neleri yıktığını düşünüyorsun?

Aslında ben pek bir şey yıktığımı düşünmüyorum. Daha doğrusu belki de yıkmışımdır bazı şeyleri ama neyi yıktığım beni pek ilgilendirmiyor, zira, ben şunları şunları yıkacağım, diye çıkmadım yola, bazı şeyleri yıkmış bulunmak benim yazma eylemimin yan etkileriydi sadece. Yani işte yıkmış olmak yaratmanın bir sonucudur aslında. İnsan yaratma sürecinde bazı şeyleri yıkmış bulur kendini, yıkmak yeni bir şey yaratmış olmanın bir sonucudur genellikle, ama dediğim gibi, ben neyi yıktığımdan ziyade ne yarattığımla ilgileniyorum. Yaratma sürecimde yıkmışsam bazı şeyleri, vatana millete hayırlı olsun bu yıkım işlemi, demekten başka bir şey gelmiyor içimden.

Dışarı içeri kavramlarını da yıkıyor ve ikisinin arasında bir başka yeri işaret ediyorsun “kara bahtlı okur”a. Giriş bölümünde Panopticon adlı gözetim ve denetim mekanizmasından yola çıkarak, kitabının da bu mekanizmanın bir kitap olarak zuhur edişi olduğunu söylüyorsun. İçerisi de bir, dışarısı da bir, içeri ile dışarı arasında fark kalmadı mı demek istiyorsun? Bu kitabı hayatın yazıya nüfuz ettiği o yerde yazdın sen, ne içerde ne dışarıda yani, arada… Neresi o ara?

O ara ölübölgedir sevgili Faize. Ölübölge, ki son derece dehşetengiz bir korku filminin seti olacak potansiyele sahiptir. Ama işte mizah en dehşet verici olaylara bile tahammül etmemizi sağlıyor. Yazının hayata, hayatın da yazıya nüfuz ettiği yer sözün bittiği yerdir. Bitmek derken burada hem sona ermek, hem de başlamak kastediliyor. Anlamsızlıkla anlamın, düşle gerçeğin iç içe geçtiği yerdir ölübölge. Kitabın panoptikon adlı gözetim ve denetim mekanizmasını andırması mevzusuna gelince, biliyorsun bu kitabın gözleri var, okuyucu kitabın içine baktıkça kitap da okuyucunun içine bakıyor. Nietzsche’nin, “Dipsiz bir kuyunun içine baktığınız zaman, kuyu da sizin içinize bakar,” sözü geliyor akla. Karşılıklı bir yansıtma gerçekleşiyor okuyucuyla kitap arasında, dinamik bir etkileşim şeklinde gerçekleşiyor böylece okuma süreci. Buna kısaca interaktif edebiyat diyebiliriz sanırım, ki nitekim işte dedik de zaten.

“Karşı taraf oluştu, bu taraf oluştu, iki ayrı taraf oluştu, ortası var bir de ama kimse farkında değil,” derken Arabölge’ye gönderme yapıyorsun. Arabölgeden yazılmış bir kitap diyebilir miyiz senin kitabına? Ancak Arabölgeden bakarak anlayabiliriz iki tarafı, ama insanlar kendi kendilerini hapsettiklerine göre, birilerinin onları hapsetmesine gerek kalmadığına göre, o “Ara”ya da hapsolmayacaklar mı?

Ara, eşik, araf… Bunlar hapishanenin dışındadır. Araya hapsolmaz insan. Ara içerinin de dışarının da dışıdır, bir çıkış noktasıdır. Her şey arada başlar ve arada biter. Hayat bile arada yaşanır, gerisi ölümdür. Doğumdan öncesiyle doğumdan sonrası aynı şeydir, yani hiçliktir. Evet, bu kitap arada yazıldı, içindeki her anlatı hayata ara verdiğim bir kesintiyi sembolize ediyor. Yeni yaşam biçimlerinin ortaya çıkması için gereken delikleri açan bir şey olmalıdır bence edebiyat hayatta. Yeni anlatım tarzları, yeni yaşam biçimlerine kapılar aralar bence.

Kitabın parça parça, her metin bir oda ama bir bütün aynı zamanda. Postmodern demişti sevgili Hakkı Yücel, katılır mısın buna? Bu postmodern bir kitap mı oldu? Yoksa?..

Hakkı Yücel’in yazısı kitaba benim de farklı bir gözle bakmamı sağladı. Daha önce aklımdan geçmeyen şeyler geçmeye başladı aklımdan yazıyı okuduktan sonra. Mesela kitaptaki dil kullanımının geleneksel yazından farklı bir dil anlayışına yöneldiği konusundaki saptama, “Keşke dil mevzusuna biraz daha çok değinseydim önsöz ve giriş kısmında,” dedirtti bana. Ayrıca zannettiğimden daha postmodern olduğumu da gösterdi, ki ben aslında o kadar postmodern olmak istemiyorum. Postmodernizm yerelliği öne çıkarıyordu, oysa ben evrensel konulara daha yakın olduğumu düşünüyorum şimdi. “Beni bu dışarıdan çıkarın,” yerellikle evrensellik arasında bir yerdeydi sanırım, ve yönelişimin özellikle doktoradan sonra evrenselliğe doğru bir seyir izlediği kanaatindeyim. İkinci kitapta postmodernizmi atlatmış bir modern olarak çıkmayı umuyorum “piyasaya.” Ama Hakkı Yücel’in saptamasının da yerinde olduğunu düşünüyorum, zira, kitabı belirli bir bağlam içerisine oturtup değerlendirmiş, ve tarihsel süreçte bu kitabın postmodern olarak nitelendirilmesi gayet normaldir. Ama neticede akımlar gelir geçer, kalıcı olan kelimelerdir. Ve kelimeler geçen zaman içerisinde kaçınılmaz olarak yeni anlamlar kazanırlar, işte bu yüzdendir edebiyatın sürekli dönüşen bir şey olması. Sanırım Hakkı Yücel o yazısında postmodern tanımını kitabın farklılığını ve yeniliğini vurgulamak için kullandı.

Kitaptaki metinler birer hücre olduğuna göre, sen aslında okura, oku ve dışarı çık mı diyorsun, yoksa içeri çık mı?

Ben okura kendini dışarıdan gösteriyorum. Oku ve böyle olma, diyorum. Bak bu zavallı karakterler kendilerini bu hücrelere tıkıyorlar, sen bunlar gibi olma, özgürlüğü ve hayatı seç diyorum, seni sevdiğim için söylüyorum bunları sana, seni yargılamak için değil, demeye çalışıyorum okura.

Okuru metinlerin içine çekerek biraz da Brecht’in yaptığını yapıyorsun gibi geldi bana?

Brecht seyircilerini kendilerine ve yaşadıkları hayata yabancılaştırmaya çalışıyordu. Onlara, yabancılaşmaktan yabancılaşmanın yolunu göstermekti Brecht’in amacı. Benim amacım da budur. Ben okurun karakterle özdeşleşmesini değil, bilâkis, yabancılaşmasını istiyorum. Ben bu değilim, böyle olmamalıyım demesini sağlamak istiyorum. Brecht’le Beckett arasında bir yerlerde geziniyorum işte, atımın adı Nietzsche…

Yazar var, okur var, bir de metinler var, sanki hayat ve hayata dair her şey yazmak içindir, gibi bir hisse kapılıyor insan? Ne dersin?

Doğrudur. Dünya var, insanlar var, Tanrı diye bir şey var. Hayat anlamsızdır, yazı hayata anlam katar, veya bu anlamsızlığı deşifre eder. Yazı hayatın yan etkisidir, hayat da yazının. Yazılan asla yaşanan değildir. Bence kelimelerle kurduğumuz dünyalar yaşam olanaklarını çoğaltmaya hizmet etmeli. Bizi bilmediklerimize yaklaştırırken bildiklerimizi sorgulatmalı.

“Bazı bireyler toplumun iyileşmesi yolunda hastalanırlar, onların hastalanması topluma terapidir,” diyorsun. Peki bizim toplumumuzda kendini böyle bir toplum terapisine adamış olanlar var mıdır, yoksa, olmadığı için mi toplum iyileşemiyor… Toplumların iyileşmek için kurbanlara ihtiyacı vardır, anlamını çıkarabilir miyiz buradan?

Çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız da, ki nitekim işte çıkardık da zaten. Bizim toplumumuzda kendini böyle bir toplum terapisine adamış olanlar elbette ki mevcuttur. Mesela sen bunlardan birisin. Toplumsa iyileşmek istemediği için iyileşemiyor. Hastalık hastası bir toplum var bu adada. Ruhsal ve fiziksel hastalık fetişizmi had safhada…

Kıymetleri çok sonra anlaşılacak elma kurtlarını ve marjinalleri konuşalım mı biraz… Kitabını bu elma kurtlarına ve marjinallere adadın, bir de kara bahtlı okurlara… Okurun bahtı neden kara, bu kitabı okumak zorunda kalacağı için mi? Neden lanetlidir okur?

Okur bu kitabı okusa da okumasa da kara bahtlıdır. Bu gerçeği hiçbir kuvvet değiştiremez. Ayrıca lanetlenmiştir de okur, zaten kara bahtlı olmasının sebebi de üstündeki bu lanettir. Peki ama nedir bu okuru lanetlenmiş ve kara bahtlı kılan? Evet, öncelikle bu kitabı eline almış olmakla lanetlenmiştir okur, okuyacak olduğu içinse kara bahtlıdır, tabii eğer okursa. Ama tabii tüm bunlar işin esprisi. Asıl lanet Kıbrıs denilen bu adada, Kıbrıs copper’dan, yani bakırdan geliyor zaten. Lânet olsun!

Alışılagelmiş kahramanlar değil, kurban kahramanlar yarattın, anti kahramanlar da diyebiliriz bunlara, dolayısıyla insanı çok da fantastik bir dünyaya taşımıyorlar. Okur onların yerinde olmak istemeyecek, çünkü onlar kendisinden farksız. Klasik roman kahramanlarından bu noktada ayrılıyorlar, daha çok Beckett’in kahramanları gibi…

Son derece doğru bir tespit. Kahramanların, daha doğrusu kurban-kahramanların kendilerine güvenleri yoktur. Mantıklı düşünebilme, doğru kararlar alma, cesaret gibi vasıflardan yoksun oldukları için kişisel değer yargılarını oluşturup kaderlerini çizebilecekleri veya geleceklerini yaratabilecekleri hiçbir yol yoktur. Sanki Takamuro Kootaro’nun dediği gibi, “Yol yoktur önlerinde ve onlar yürüdükçe yol arkalarında oluşmaktadır.” Ama onlar tüm bunların farkında bile değildirler. Tüm zamanlarını anlaşılmaz bir dünyayla umutsuzca mücadele etmekle geçiren karakterleri ayakta tutan tek şey, kendilerini kurtaracağını ümit ettikleri ve/fakat ne olduğunu bile bilmedikleri bir şeyin veya bir kimsenin gelip onlara yardımcı olacağıdır. Durumlarını daha kötü kılan şey ise güvenilir bir hafızaya sahip olmamalarıdır. Hafızaları kötü olduğu için geçmişe bakıp, geçmişten dersler çıkarıp bugünkü konumlarını belirleyememekte ve sorgulayamamaktadırlar.

“Geçmişlerini anlatmaktan aciz olan kurban kahramanlar”la doludur değil mi Kıbrıs? Ve sessizce fısıldarlar beni bu dışarıdan çıkarın diye…

Evet. Lâkin kimse yoktur onları dışarıdan çıkaracak, herkes dışarıdadır çünkü ve herkestir aslında, beni bu dışarıdan çıkarın, diyen. Her insan diğer insanların dışındadır çünkü. Yaşamlarının tarihini, yani geçmişlerini anlatmaktan aciz olan bu kurban-kahramanlar ise bu günkü durumlarının analizini de yapamazlar ve kim olduklarını kavrayamazlar. Kendilerini bile tanıyamayacak bir halde olan bu karakterlerin var oluşla ve anlamsızlıkla başa çıkma girişimleri ve başa çıkma biçimleri bu sıra dışı anlatılarla zuhur eden doğaüstü hadiselerin izleğini meydana getirir. Kendilerinin dışında yaşayan, asla kendileri olamayan insanlardır bunlar. O kadar yabancılaşmıştırlar ki kendilerine, yabancılaşma doğru kelime değildir adeta içinde bulundukları durumu tanımlamakta.

“Bok da yerim belki,” diyen kahramanın Pasolini’nin filmlerinden çıkmış gibi, orada bok yediriliyor, seninse kahramanın kendi isteğiyle yapacak bunu…

Bir o kaldı çünkü yapmadığı. Onu da yaparsa tamam olacak, başı göğe erecek. Bazı şizoid vakalara gönderme var orada. Ağır şizofrenlerde bok yeme olayı gözlenmiştir. Kendi bokunu yer bunlar.

İkinci hücrede Shakespeare’e faks çekiyorsun. Olmamak, hiçbir şey olmamaktan daha iyi olamaz diyorsun. Bütün mesele olmak ya da olmamak değil, mi demek istiyorsun?

Eşik adlı anlatıdan bahsediyorsun. Orada faksı çeken ben değilim, karakterlerim. Ben faksı çektirtenim. Ama gene de faksı çeken benmişim gibi yanıtlayacağım sorunu. Bu faksla demek istediğim olmamanın her türlü oluş biçiminden daha iyi olduğudur. Acıdır bu ve/fakat gerçektir. Ama tabii bu olmamamızı, kendimizi yok kılmak yolunda eyleme girişmemizi, yani intihar etmemizi gerektirmiyor. Bilâkis, olmamak olmaktan daha iyi olduğu halde, buna rağmen olmayı seçmeliyiz ve sevgiyle sarılmalıyız hayata. Ben şahsen insanları kucaklamayı pek seven bir insanım. Bazıları bunu abartılı buluyor, ama onlar da öyle işte, oldukları gibi kabul etmek lazım insanları, ama bu yanlışlıkları görmezden gelmemiz gerektiği anlamına gelmemeli, ki gelmiyor da zaten. Bir insanı kucaklamak için onu sevmemiz gerekmez, tıpkı hayatta kalmak için yaşamayı sevmemiz gerekmeyebileceği gibi. Sevsek de sevmesek de hayatımızı, sonuna kadar yaşamalıyız onu, zira ölüm nasıl olsa kaçınılmaz olarak çalacaktır kapımızı bir gün ve ölüm sonsuzdur, yaşamsa bu sonsuzlukla sınırlandırılmıştır; kıymetini bilmek lâzım.

Kitabını “roman” olarak değerlendirenler var. Sen daha çok metin ve anlatı diyorsun… Peki ya Picasso’nun resimlerine bakarken sorduklarına benzer bir soru sorarlarsa… “Bunun neresi roman?” derlerse, “Bu zaten roman değil hapishane,” mi diyeceksin?

(Gülünmüştü) Evet, kadının biri Picasso’nun “Balık” adlı bir resmine bakıyormuş, Picasso da oradaymış, kadın Picasso’ya, “Bunun neresi balık?” diye sormuş, Picasso da, “Zaten o balık değil ki, resim,” demiş, çok akıllı bir adammış bu Picasso. Keşke, “Bunun neresi roman?” deseler de ben de, “Bu zaten roman değil ki, hapishane, daha doğrusu panoptik hapishane modelinde bir tımarhane,” desem.

“Benim Adım Kıbrıs”ta, ben, annem babam ve garantör akrabalarımız diyor ve Kıbrıs’a sesleniyorsun: “Kıbrıs, buradaysan elini kaldır!” Kaldırdı mı elini, kaldıracak mı, yoksa bu sadece bir şaka mı?

Şaka değil, çok ciddiyim o konuda. Aile boyu alem, ahkâm ve ötesi… Kıbrıs’ın eli kolu bağlı. Ve Kıbrıs’ın elini kolunu bağlayan da bizzat Kıbrıs’ı çok sevdiğini iddia edenler. Bu şartlar altında Kıbrıs’ın elini kaldırması namümkün görünüyor. Ama unutmamak lâzımdır ki, zincire vurulu olmak Kıbrıs’ın suçu değil, Kıbrıslıların suçudur. Ah şu lânetlenmiş ada, vah şu kara bahtlı adalılar, ve onların bu durumunu garanti altına alan akrabaları, ki Akdeniz’deki bu parçalanmış leşin üstünde uçuşan akbabaları andırıyorlar…

 Afrika Pazar, 21 Nisan 2007, Lefkoşa.

 

Röportaj-2

Oya Akın – Cengiz Erdem

O.A: Önce Cengiz Erdem bu güne nasıl geldi, bundan söz edelim istersen. Yani, çocukluk, okul yılları, ilk gençik v.s.

C.E: Cengiz Erdem bu günlere tıpkı Kıbrıs Türk toplumu gibi pek çok badireler atlatarak geldi sevgili Oya. Çocukluğunda hep canı sıkılırdı, özellikle de yaz tatillerinde. Can sıkıntısıyla baş edebilmek içinse nenesinden para dilenip Video Center’den video kasetler alıp izlerdi. Genellikle ya savaş filmleri, ya da macera-komedi filmleriydi bunlar. O günlerde Amerika Vietnam savaşından yeni çıkmıştı ve Amerikanlar sürekli savaş filmleri çekerdi. Film izlemediği zamanlarda ise eskiden Shakespeare Avenue olan, fakat şimdi adı Mehmet Akif Ersoy Caddesi’ne dönüşen Köşklüçiftlik’in o meşhur Dereboyu’ndaki British Council’a gidip İngilizce hikaye kitapları okurdu. Sonra Türk Maarif Koleji yılları başladı ve Cengiz Erdem’in can sıkıntısı katlanarak arttı. En iyi dersleri İngilizce ve Türkçe, en kötü dersi ise Matematikti. İngilizce ve Türkçe’si sayesinde ÖYS’yi geçerek Ankara Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okumak üzere Ankara’nın yolunu tuttu. Ankara’da yaşadığı tecrübeler ve Nietzsche ile Beckett’i keşfi neticesinde kendini edebiyata vurdu. Sadece okumakla kalmadı, yazı yazmaya da başladı. İlk yazısı “Herkesin ve Hiç Kimsenin Küçük Balıcığı,” ÜTK’nın yayın organı olan Üniversiteli Genç Kıbrıslı dergisinde yayımlandı. Bu yazıyı aynı dergide yayımlanan öyküleri izledi. Sonra Avrupa Gazetesi dönemi başladı. “Beyaz Eldivenler” adlı beş sayfalık öyküsünün çıktısını  alarak Şener Levent’e götürdü ve söz konusu öykü tam sayfa olarak yayımlandı. Aldığı olumlu tepkiler neticesinde yazarlığı bir yaşam biçimi olarak benimsemekten başka yapacak bir şeyi olmadığını anlayarak D.T.C.F’deki hocalarından Yusuf Eradam’ın teşvikiyle Ankara’da yayımlanan Bir Bilet: Gidiş Dönüş adlı öykü dergisinde her ay düzenli olarak yazmaya başladı. Bu arada Avrupa Gazetesi’ne de haftada iki üç kere öyküler ve edebi-siyasi-felsefi yazılar yazıyordu. Yıllar geçti, dergi kapandı, Avrupa Afrika oldu, ama Cengiz Erdem yazmayı sürdürüyordu. Türkiye’deki irili ufaklı birkaç edebiyat dergisinde yazıları çıkmaya başlamıştı. Lakin Üniversite bitmiş, Ankara’dan daral gelmişti. Kültür ve İletişim Masteri yapmak için İngiltere’nin yolunu tuttu. Masterini yaptı ve yazdığı sıradışı tez sayesinde East Anglia Üniversitesi’nden doktora bursu almayı başardı. Denise Riley ve Jon Cook’un danışmanlığında yazdığı doktora tezi East Anglia’da yankı uyandırdı. Geçtiğimiz Mayıs ayında doktorluk ünvanına kavuşan Cengiz Erdem neşe içerisinde yurda döndü ve halen Girne Amerikan Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı, Çeviri, Sosyal Psikoloji, ve Eleştirel Teori dersleri veriyor.

‘Ey kara bahtlı okur’ diye seslendiğin okur, 2007 yılında ilk olarak ‘Beni Bu Dışarıdan Çıkarın!’ ile tanıdı seni. Bu kitaptaki metinleri ‘öykü’ olarak adlandırdın sen, ama bildiğimiz anlamdaki standart öykülere benzemiyorlar. Ağırlıklı olarak felsefeyle yoğrulmuş olmalarından dolayı mı?

Evet, aynen öyle. Bu yazıları birer öykü denemesi veya deneme öyküleri diye de nitelendirebiliriz sanırım. Bu yazılardaki karakterler genellikle topluma uyum sorunu çeken sıra dışı insanlardır. Hepsinin de trajik bir yanı olmasına rağmen komiktirler de aynı zamanda. Yani işte hepsi de Nietzsche ile Beckett arasında bir yerdedirler, ve artık hepimizin bildiği gibi Beckett ile Nietzsche’nin ortak özelliği ironidir. O ironi ki felsefenin içindeki edebiyatı ve edebiyatın içindeki felsefeyi duyumsanabilir kılandır. Biliyorsun felsefe Sokrat öncesi ve Sokrat sonrası diye ikiye ayrılmıştır. Nietzsche yeni bir ayrım noktası yaratmak yolunda kendisi için küçük, fakat insanlık için büyük adımlar atmış olsa da, onun ayrımı kendisinin de söylediği gibi felsefeden ziyade tarihi ikiye ayırmaya yönelikti. Sokrat ise ironi sayesinde kendisinden öncekilerle arasına henüz aşılamamış bir boşluk, bir kopukluk yerleştirmiştir, ki bence siyasi tarih de, felsefe tarihi de bir dizi kopmadan, geçmişten kopuştan ibarettir.

Bu kitabın çıkmasından sonra, herhangi bir yazarın, herhangi bir yerde bu kitapla ilgili görüşlerini yazılı olarak bildirdiğini gördüğümü hatırlamıyorum. Okuyucular bir yana, yazar dünyası nasıl karşıladı bu kitabı?

“Beni Bu Dışarıdan Çıkarın” hakkında görüşlerini yazılı olarak toplumla paylaşan yedi (7) yazar oldu benim bildiğim. Bunlar Hakkı Yücel, Şener Levent, Eşref Çetinel, Faize Özdemirciler, Elvan Levent, Yalçın Okut ve Mehmet Vatan’dır. Kitap hakkında en detaylı analizleri sunanlarsa, o dönem Afrika Pazar’da yazan Hakkı Yücel ve Kıbrıslı Gazetesi’nde yazan Mehmet Vatan olmuştu, ki ikisinin de son derece olumlu olmuştu tepkileri. O kadar ki ikisi de kitabın adını vermişti yazılarına. Çok sevinmiştim okuyunca.   

Derken bir süre sonra ikinci kitabın ‘Zeno’ çıktı. Ama bunun iç sayfalarında da’ çıkış tarihi olarak 2007 görülüyor. Bir yanlışlık mı, yoksa espri mi? Sen mi böyle olmasını istedin?

“Beni Bu Dışarıdan Çıkarın” Şubat 2007’de çıktı, “Zeno” ise Aralık 2007’de. Ben aslında Zeno’nun Ocak 2008’de çıkmasını istiyordum ama yayınevi yılbaşından önceye yetiştirmek istedi kitabı. Yılbaşında kitap satışlarının arttığını, dolayısıyla da kitabı Aralık ayında piyasaya sunmanın satışlara olumlu etkisi olacağını söylemişlerdi, ki nitekim haklıydılar da. Zira gerçekten de Aralık-Ocak aylarında oldukça iyi bir satış grafiği çizmişti kitap.

Neden Merkez’de, Türkiye’de çıkardın her iki kitabını da?

Bir kere ben Türkiye’yi merkez olarak görmüyorum. Yani neyin merkezidir Türkiye? Dünyanın mı? Kıbrıs’ın mı? Ama sanırım sen Türkçe edebiyatın merkezinden bahsediyorsun burada. Her neyse, kitapların Türkiye’de yayımlanmasının sebebi hem fiyatların daha düşük olması, hem de Türkiye genelinde dağıtımın olumlu yanlarıdır. Sonuçta Kıbrıs’ta da satılıyor bu kitaplar, isteyen alır okur. Ama maksat mümkün mertebe geniş bir kitleye ulaşmak değil mi? Neden Türkiye’de basılıp hem yüzlerce kitapçıda, hem de internette satılmasın ki kitaplar? Bunun nesi kötü anlayamadım. Türkçe bilen herkes okusun diye işte…   

Zeno kitabında da yine ağırlıklı olarak felsefi metinlerle karşılaştık. Bunun adına da roman demeyi tercih ettin. Kıbrıslı filozof Zeno ile örtüşen bir Cengiz Erdem portresi de var mı işin içinde?

Evet, Zeno felsefi bir romandır zaten. Zeno’nun Cengiz Erdem’le örtüşen yanları ise elbette ki vardır. Mesela ikisi de Kıbrıs’ta doğmuştur, ikisi de felsefeye meraklıdır, ikisinin de mevcut düzenle alıp veremedikleri vardır.  Lakin örtüşmeyen yanlarla mukayese edilince bunlar devede kulaktır. Nitekim Zeno her bakımdan örtüşseydi Cengiz Erdem’le, ben bu romanı yazamazdım. Yazmış olduğuma göre demek ki kendimden değil, Zeno’dan bahsediyorum.Tabii romanın benim hayatımdan izler taşıdığı da inkarı namümkün bir hakikattir.

Senin de içinde yer aldığın Kıbrıs’taki genç kuşak şair ve yazarlar hakkında ne diyeceksin?

Genç kuşak şair ve yazarlarımız mevcuttur. Özellikle gazetelerin sanat ve edebiyat ekleri yeni yazarların ortaya çıkmasında büyük rol oynuyor. Buna ilaveten yazılarını kitleye internet aracılığıyla ulaştıran yeraltı yazarlarımız da vardır. Sadece Facebook’u kastetmiyorum tabii burada; bloglar kurup yazılarını bir araya getiren radikal yazarlarımız gün geçtikçe artıyor. Artık kimse sesini duyurmak için medya patronlarının veya siyasi partilerin uşağı olmak zorunda değil. Ama şimdilik benim favorim henüz kitap yayımlamamış olan Mehmet Ratip’tir. Kendisini Kıbrıs Gazetesi’ndeki nitelikli eleştirel yazılarından tanıyoruz. Mehmet Ratip’in pek yakın bir zamanda yüksek kalibre eserlere imza atacağından hiç şüphem yok. Bize böyle yazarlar lazım işte.

Şimdilerde neler yapıyorsun? Yakınlarda hayata geçecek olan yazın projelerin var mı?

Üniversitede üç ayrı bölümde birden ders vermek gerçekten heyecan verici. Özellikle Sosyal Psikoloji master öğrencilerine verdiğim derslerden büyük keyif alıyorum. İnsanın karşısında ülkenin ve dünyanın sorunlarını tartışabileceği akademik bir kitle bulabilmesi son derece motive edici. Tabii bu arada yazmayı ve yayınlamayı da sürdürüyorum. İki tane blog kurdum, yazılarımı oralarda biriktiriyorum. Ayrıca The Life Death Drives adlı doktora tezimi de Amerika merkezli Lulu.com adlı bir internet yayınevinden yayınladım, pek yakında Amazon.com’dan da satın alınabilecek. Tabii bu daha ilk versiyonu, yani tez formatında yayınlanmış bir kitap, sırf öğrencilerime ve diğer akademisyen arkadaşlarıma yönelik… İngiltere ve Avustralya’daki bir-iki akademik yayıncıyla ise tezin kısaltılıp sadeleştirilerek daha geniş bir kitlenin okuyabileceği bir kitaba dönüştürülmesi hususunda istişare halindeyim. Ama sanırım en önemlisi de ironik-teorik bir anlatı olan yeni kitabım Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı’nın, Yapı Kredi Yayınları’nın da editörlüğünü yapan Cem Akaş’ın kurduğu ve yayın yönetmenliğini sürdürmekte olduğu G-Yayınları’ndan çıkacak olması. 2009 Aralık veya 2010 Ocak ayında piyasada olacak bu kitapla şeytanın bacağını kırmayı umduğumu söylemeye ise bilmiyorum gerek var mı. Memleket çirkefe batmış olsa da, çirkef yataklarında bile gülistanlıklar olabileceğini kanıtlarcasına salakça bir sevinç var işte içimde. Belli ki onlar vurdu, biz büyüdük sevgili Oya. Bu durumda ne denebilir ki şundan başka: “Gelin be bura da öpeceyik sizi!”

Yenidüzen Gazetesi, Kültür-Sanat Eki, 14 Kasım 2009.

 

Röportaj-3

Televizyonun olmadığı bir dünyada…

Kaya Genç – Cengiz Erdem

Kıbrıslı akademisyen Cengiz Erdem, Fantezi Makinesinde Hakikat
Sızıntısı romanında televizyonun olmadığı bir gelecek hayal ediyor…

“Her şey dünyada artık televizyon diye bir şey olmadığıyla ilgili,
daha doğrusu dünyadaki tüm televizyon ekranlarının bilinmeyen bir
sebepten ötürü beyaza büründüğünü duyuran o garip ve bir o kadar da
talihsiz haberin gazetelerde yayımlanmasıyla başladı…” Cengiz
Erdem’in romanı Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı bu cümleyle
açılıyor. Kitaptan, Yapı Kredi Yayınları’nda uzun süre editörlük ve
Cogito dergisinin yayın yönetmenliğini yaptıktan sonra ayrılıp kendi
yayınevini kuran Cem Akaş’ın tavsiyesiyle haberdar olduk: Yaratıcı,
yenilikçi yazarlara şans verilmesi için uğraşan Akaş, Erdem’in
kitabını çok önemsiyor.

Gerçekten de Türkiye edebiyatında benzerine çok rastlanmayan bir roman
bu. “İngiltere’de East Anglia Üniversitesi’nde yüksek lisans
yapıyordum. Bir araştırma bursu için Amsterdam Üniversitesi’ne
başvurdum,” diyerek romana başlangıç sürecini anlatıyor Erdem. “Modern
devletin denetleme mekanizmalarını inceleyecektim. Özellikle Foucault
üzerine çalışmaktı niyetim. Amsterdam’a gittiğim gün, şehrin
merkezinde, Red Light District’e çok yakın bir mahalledeki küçük bir
odada yaşıyordum. Fare yuvası gibi, ufacık bir yerdi. Bir yandan da
para kazanmak için aşağıdaki internet cafe’de çalışıyordum. Siyah bir
defterim vardı. İnternet cafe’de çalışırken bir yandan da romanımı
yazıyordum.”

Erdem, Amsterdam’ın bir ‘kameralar şehri’ olduğunu kısa sürede
keşfetmiş. Yalnızca sokaklarda, lokantalarda, büyük binalarda, metro
istasyonlarında değil, çalıştığı dükkânın içinde de kameralar varmış.
“Patron, internet cafe’ye pek takılmıyor, evinde oturuyordu; bir
televizyondan, dükkânda olup bitenleri izlerdi. Arada bana telefon
eder, ’seni ekranda göremiyorum, neredesin?’ derdi. Ben de hemen
kameranın gördüğü bir yere giderdim. Odamda ise televizyon yoktu.
Yazarken, böyle bir gerçekliğin içinde yaşıyordum.”

Kitapta Cengiz Erdem, ‘imgelerin’ ekranlara yansımadığı bir dünya
kuruyor. Zaten kitabı okuduktan sonra da, insanın aklında hiçbir
‘imge’ veya sahne kalmıyor. Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı,
‘imgelerinden’ arınmış bir dünyada bol bol konuşan, her tür retorik
numaraya başvuran bir sesle ilgili daha çok.

Kıbrıs’ta İngilizce konuşulan bir ortamda yaşadığını anlatıyor Erdem.
Edebiyat dünyasının pek de zengin olmadığı bu ortamda, Girne Amerikan
Üniversitesi’nde öğrencilerine İngiliz edebiyatı öğretiyor. Henüz 32
yaşındaki yazar, geçtiğimiz günlerde üniversitenin İngiliz Dili ve
Edebiyatı bölümünün başkanı olmuş.

Erdem’in kitaptaki kahramanının adı Tekvin; adını Tevrat’taki
‘Genesis’ yani Yaradılış bölümünden alan Tekvin’le birlikte okur da
‘artık yalnızca beyaz bir ışığı yansıtan’ ekranların olduğu bu dünyada
geziniyor. Televizyonların gidişiyle gazete satışları artıyor, herkes
yeniden gazetelere, kitaplara yöneliyor. Erdem’in derdi de, çok
etkilendiğini söylediği Jose Saramago’nun Körlük romanında yaptığına
benzer bir biçimde ‘çılgınca bir fikrin’ peşinden giderek
olabilecekleri anlatmak. Ama Erdem’in projesi bununla sınırlı değil.
“Bu roman, bir hikâye anlatmasının yanında akademik bir çalışmadan da
izler taşıyor. Yani sadece Saramagovari bir kabus değil, Foucault ve
Alain Badiou gibi Fransız düşünürlerin fikirlerinden izleri de okuyucu
bu kitapta bulacak.”

(c) Kaya Genç, Sabah Gazetesi Kitap Eki, Mart 2010. 

Röportajlar” için bir yanıt

  1. üstadım, çok teşekkur ederim eksik olma…
    yolun düşerse lefkoşa ya…
    kıbrıslı gzetesindeyim… yazı işlerinde…
    görüşmeyi çok dilerim…
    baki selam

Yorum bırakın