Kaygı Verici Bir Muammalar Sarmalı

(1)

Son derece derin bir buhranın eşiğini çoktan aşıp psikozun pençesinde kıvranmakta olduğunu kabullenmekte güçlük çeken bir insan olan Zihni günlerden bir gün gelir kapımı çalar. Kapıyı çalanın kim olduğunu bilmemekteyimdir ben henüz ve/fakat çok kısa bir süre sonra ben de ve benimle birlikte elbette ki sen de sevgili okur, öğreneceğizdir kapıyı çalanın kim olduğunu. Bunu takiben öğreneceğimiz bir başka şey de Zihni’nin kapıyı neden çalmış bulunduğudur ki o sebep şudur: Zihni kendisine kıyıcı yollara sapmış olduğunu farketmiş ve farkındalık düzeyindeki bu ani artış Zihni’yi kendisine kıyıcı eylemlerde bulunmakta neden bir sakınca görmediğini sorgulamaya itmiştir. Ancak idrak kabiliyeti pek cüzi bir insan olan Zihni bu soruyu yanıtlayamama aczine yenik düşmüş ve kapımı çalmıştır. Tabii Zihni bu soruyu kendisinden başka kimsenin yanıtlayamayacağını bilmediği için yapmıştır bunu, zira bilseydi neden kendisi yanıtlamak yerine bu soruyu gelip benim kapımı çalsındı ki? Ben bu düşünceleri kaleme alırken ve sen de okurken Zihni kapımı çalmayı sürdürüyor olsun. Üstelik de gittikçe hiddetleniyor ben kapıyı açmadıkça ve dolayısıyla da gittikçe şiddetleniyor olsun kapıya vuruş biçimi Zihni’nin. Nitekim o kadar yükselmiş olsundur ki Zihni’nin kapıya vuruşu neticesinde ortaya çıkan ses, ben artık bu gidişe dur demek maksadıyla gelenin kim olduğunu bilmememe rağmen açmaktan başka seçeneğim olmadığına kanaat getirmiş ve işte söz konusu kapıyı açmak durumunda bulmuş olayım kendimi. Sen de takdir edersin ki kapıyı açışımla Zihni’yi karşımda buluşum bir olur sevgili okur. Bu o kadar bariz ki söylemeye bile gerek yok aslında ve/fakat gene de işte söylemekte kurgu açısından zarar yok, fayda var. Zihni bana bakıyor ve ben de Zihni’ye bakıyorum melûn melûn, yani karşılıklı bönlük ihtiva eden bir bakışma söz konusudur. Sessizlik ve anlamsızlığın hakim olduğu yaklaşık beş saniyelik bu bakışma süreci benim “hoşgeldin Zihni, buyur geç içeri,” dememle son bulur. Normal bir insanın yapmış olabileceği gibi “hoşbulduk” demek yerine sessizliğini korumayı seçen Zihni’nin yüzünde şaşkınlık ve kederi aynı anda dışa yansıtan bir ifadenin varlığı su götürmez bir gerçek şeklinde zuhur etmektedir. Yüzündeki bu kaygı verici ifadeye rağmen kendinden emin adımlarla içeri girer ve tek kelime etmeden benim üstünde uzun saatler hareketsiz bir biçimde ve boş gözlerle karşımdaki boş duvara bakmak için kullandığım, bunu alışkanlık haline getirdiğim eski ve üzerindeki yeşilli, morlu, kırmızılı, asimetrik, anlamsız ve soyut şekillerin desen vazifesi görmekte olduğu boş koltuğa oturur. Zihni’nin bu tavırlarının kaygı verici olmakla beraber bu aşamada kayıtsı kalınması gereken hareketler olduğunu düşünen ben ise sanki her şey normalmiş, tüm bu olanlarda hiç bir gariplik yokmuş gibi buzdolabına yönelerek Zihni’ye ikram edebileceğim bir şey olup olmadığına bakmaya meylederim. Buzdolabında bir teneke bira, bir diyet kola, az miktarda portokal suyu, yarım şişe normal su, üç yumurta ve bir de domatesle yan yana duran eskimiş hıyarlardan başka bir şey olmadığını görürüm. Gördüğüm bu manzara karşısında utanç duymuş olmama rağmen bunu Zihni’ye çaktırmayarak ani ve seri bir hareketle buzdolabının kapısını kapayıp Zihni’ye dönerek kafeinsiz neskahve isteyip istemediğini sorarım. Nestle ürünlerinin tüketimine bu firmanın hayvanları denek olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olması münasebetiyle etik olarak karşı durmayı uygun bulduğunu belirten Zihni, “neskahve içindeki kafein olmadan ne anlam ifade eder ki? Yani kişi neden neskahve içsin ki içinde kafein yoksa? Neskahvenin üretiliş amacı kafeini toplumca kabul edilebilir bir şekle sokup pazarlamak değil mi? Kapitalizm işte tıpkı bu kafeinsiz örneğinde olduğu gibi yaşamın özünü, hayatın anlamını hüüp diye çekerek, anlamı yok ederek anlamsızlığın yarattığı boşluğu yapay maddelerle, hayatın ve neskahvenin anlamını yapay anlam ve yapay kafein türü maddelerle doldurarak insanları yanılsamalarla dolu sahte bir mutluluk ve sağlık anlayışına hapseder. Sahteliğin pazarlanmasından başka nedir ki bu? Sahte neskahve içmektense hiçbir şey içmemeyi, daha doğrusu kafeinsiz neskahve içmektense hiçliğin kendisini içmeyi daha doğru buluyorum ben,” diyerek başını gözlerinin tavana bakmasını sağlayacak şekilde yukarı diker. Bu olaydan bir saniye sonra ise Zihni derin bir “off!” çeker. Durumunun gerçekten de kaygı verici olduğundan artık emin olarak kendisine şunu söylerim: “Neden kendine kıyıcı yollara sapmakta bir sakınca görmediğini ben değil, bilâkis sen kendine sormalı ve bu sorunun yanıtını da gene sen kendin bulmalısın sevgili Zihni? İstersen portokal suyu veya diet kola da verebilirim sana.” Zihni bir süre yüzüme kin ve nefretle baktıktan sonra bana şunu söyler: “Söylediklerim aynen diet kola için de geçerlidir. Portokal suyuna gelince, onu isteyip istememem organik olup olmadığına bağlı.” Portokal suyu organik değil konsantredir, ki sanırım Zihni bunu bildiği için kayıtsızlığını korur. Kafasını kurcalayan şeyin ne olduğunu nereden bildiğimi anlamlandıramadığını dışa yansıtan ve şaşkınlığının dozunun tehlikeli boyutlara vardığını gösteren bir ifadeyle yüzüme bakan Zihni, “eğer seni doğru anlıyorsam az önce ettiğin o sözlerle sadece neden benim kendimle barışık olmadığımı değil, aynı zamanda neden intihara meyilli bir tip portresi çizdiğimi de soruyorsun bana” der. Belli ki Zihni daha şimdiden kendisini köşeye sıkıştırdığımı ve üstelik de bunu kendisini rencide etmek maksadıyla kasıtlı olarak yaptığımı düşünüyordu. Zihni sanıyordu ki kendisinin sorunu çok, benimse hiç sorunum yoktu kendimle. Ancak Zihni’nin bana atfetmekte tereddüt etmediği olumsuz özelliklerin aslında beni kendi içsel çelişkilerinin yansıdığı bir ayna olarak görmesinden ileri geldiğini söylemek için çok erkendi henüz. Zihni gerçeklerle yüzleşmeye hazır değil, bilâkis bu içinde yaşadığımız bu hassas zamanların saygın hassaslarından olarak bence ölüm dürtüsüne karşı direndiğini sanırken ona yenik düşen bir kişiydi, zira ne bir şey yiyor ne de bir şey içiyordu. Zihni’nin bu durumu bana ilham veriyor aslında. Özellikle de ölüm ve yazı arasındaki ilişki mevzusuna farklı bir açıdan bakmamı sağlıyor bu vaka. Yemek yemek ve kitap okumak arasındaki benzerlikleri görmemi sağlıyor. Yazı yazmakla sıçmak arasındaki benzerlikleri de tabii. Okumak ve yemek birer içe alma yöntemiyse, yazmak ve sıçmak da birer dışa atma yöntemi olarak beliriyor şuurumda. Yazarak ölüme direniyor kişi, tıpkı sıçarak zararlı maddeleri dışa atmak suretiyle direndiği gibi ölüme. Yemek yiyerek de ölüme direniyor, tıpkı okuyarak direndiği gibi zamana. Okurken insan zihinsel ve duygusal olarak da olsa farklı bir zaman ve uzama geçiyor adeta. Yazaraksa olmayan dünyalar yaratıyor, o dünyaları çeşit çeşit karakterlerle dolduruyor. Zihni’nin iç dünyası o kadar sığ ki tek bir ağaç bile yeşermiyor orda; tek bir böcek bile yok Zihni’nin iç dünyasında. Issız ve kurak bir çölden bile daha boş bir iç dünya… Ne yemek yiyor Zihni, ne kitap okuyor, ne de yazı yazıyor. Kendisini çevreleyen dünyayı kendine karşı bir tehdit olarak algılıyor ama bu dış dünyaya karşı ne farklı bir iç dünya yaratıyor ne de dış dünyayı dönüştürmek için bir çaba sarf ediyor. Sadece öyle tepkisel bir varoluşu, kökten redci bir tavrı benimsemiş bir halde ölüyor Zihni. Acıktığı zaman yemek yemektense uyumayı tercih ediyor Zihni. Gerekçesi de vücuduna kapitalizmin ürünü olan yabancı maddeleri vücuduna almayı doğru bulmaması. Ne var ki zihni buna rağmen kendisini yaşam dürtüsünün hâkimiyeti altındaki bir kişi olarak duyumsuyor. Peki ama bu nasıl oluyor da gerçekleşiyor? Onu Zihni kendi bu hale getiriyor. Kafasında öyle bir kurgu tasarlamış ki yaptığı bütün yanlışları doğruymuş gibi, tüm sapkınlıkları günün normu olmalıymış gibi gösterebiliyor kendine. Melankoli, melodram, bastırılmışlık Zihni’nin üstesinden geldiğini sandığı ve/fakat işte aslında altında ezilmekte olduğu ruhsal durumlardı. Bir kaza geçirmişti Zihni geçmişte. Bir trafik kazası. Başından ağır bir darbe almış ve yaklaşık beş ay komada kalmıştı. Doktorlar öleceğine kesin gözüyle bakıyorlardı ama Zihni bir gün aniden gözlerini açtı. Açmaz olaydı keşke. Önceleri herşey normalmiş gibi gözüküyordu. Ama sonra işin içinde bir bit yeniği olduğu ortaya çıktı. Zihni o güne dek hiç görülmemiş semptomlar sergiliyordu. Tıbbın açıklamakta zorlandığı hadiseler cereyan ediyordu Zihni’nin dünyasında. Mesela Zihni aniden kendisini farklı bir insanın kişiliğine bürünmüş olarak buluyordu. Bir gün bir başkasının geçmişiyle uyanıyordu, bir diğer gün ise bir başkasının. Doktorlar bu kişiliklere heteronomik, yani Zihni’nin dışkimlikleri adını vermişti. Zihni sürekli bu modda kalmıyordu ama. Haftada sadece bir veya iki kez gerçekleşiyordu bu hadise önceleri. Sonra zaman içinde gittikçe seyrekleşmeye başladı ve uzun bir süredir de hiç olmuyor. Zihni tamamen normal şimdi ama tabii sadece eski haliyle mukayese edilince. Zira sen de görüyorsun ki sevgili okur pek çok anormallik, pek çok sapkın düşünce barındırıyor Zihni bünyesinde. Paranoid-şizoid pozisyonla depresif pozisyon arasında bir yerde sıkışıp kaldı Zihni. Ben de işte tam bu noktada devreye giriyorum zaten. Psikanalizden ve felsefeden az çok anladığım için Zihni’ye yardımcı olmaya çalışıyorum hayatta kalabilmesi için. Mesela yazı yazmanın kendisine çok iyi geleceğini, doğaüstü tecrübelerini kaleme alarak ortaya insanların ilgiyle okuyacağı bir roman çıkarabileceğini söylüyorum Zihni’ye. Yazmanın ve okumanın terapötik yanları olduğundan bahsediyorum sürekli. Zihni de ilgiyle dinliyor beni. Yaklaşık bir ay önce her gün düzenli olarak yazmaya başladı Zihni. Ama fazla ilerleme kaydedemiyor. Sabrı yok zira.

 “Uzun zamandır sürdürüyoruz bu görüşmeleri ve ben pek de öyle önemli sayılabilecek bir gelişme kaydettiğimizi düşünmekten aciz hissediyorum kendimi,” diyerek son zamanlarda sarf ettiği en mantıklı cümleyi dile getirdi Zihni. Bu sefer şaşkınlığa düşme sırası bendeydi belli ki ve nitekim sevgili okur işte düşmüştüm de zaten şaşkınlığa. Zihni ise devam etti konuşmaya: “İçinde bulunduğumuz, daha doğrusu kendimizi içinde bulduğumuz ve ikimizi de birbirimizin mezar kazıcısı konumuna yerleştiren bu durumdan başka insanlara da bahsettim ve işte senin benden daha kötü durumda olduğunu, aslında yardıma ihtiyacı olanın sen olduğunu söyledi bana o başka insanlar. Zihni bana bunları söylerken ben Zihni’yi can kulağıyla dinliyormuş izlenimi veriyor ama aslında ölümün kapitalizmle ilişkilerine kafa yoruyordum. Bunun sebebi ise Zihni’nin neskahve içmeyi reddetmesi, diet kola ve konsantre portakal suyuna ise tepki vermemesiydi. Belki de ben aslında kendimin değil de Zihni’nin doğru yolda olduğundan şüphelendiğim için kendime onu dinlemiyor izlenimi ve ona ise onu dinliyormuşum izlenimi veriyordum. Zihni miydi kapitalizmin ölüm dürtüsünü sömürmek suretiyle yarattığı o şeytani insanlardan olan, yoksa ben miydim? Ben gerçekten de neskahveyi kafeinsiz içerek yaşam dürtüsünün hâkimiyeti altındaki bir kişi haline mi geliyordum, yoksa özünden arındırılan neskahveyi kitlelere sağlıklı bir şeymiş gibi pazarlayan kapitalizm bu sefer de yaşam dürtüsünü mü sömürmüş oluyordu? Ben kendimi Zihni’den daha muhalif sanmakla hata etmiş mi oluyordum? Şu veya bu şekilde galiba ikimiz de haklıydık aslında. Kapitalizm sömürebildiği her şeyi sömürerek ayakta duran bir sistemdi. Çeşitli ürünler yaşam dürtüsünü sömürürken, başka ürünler de ölüm dürtüsünü sömürüyordu. Ölüm dürtüsünü sömüren ürünler yaşam dürtüsünü bastırarak daha sonra bu dürtünün ölüm dürtüsüne dönüşerek daha şiddetli bir biçimde zuhur edişini sağlarken, diğer ürünler de yaşam dürtüsünü sömürürken ölüm dürtüsünü bastırıyor ve insanı bu iki dürtünün kıyasıya çatıştığı bir arenaya dönüştürerek bilinci ortadan kaldırmak suretiyle insanların şuurdan yoksun bir biçimde bilinçsizce seçimler yapmasını sağlıyordu. Ben sağlıksız beslenmeyi bir yaşam biçimi haline getirirken çaresizliğime tepki olarak, Zihni de hiç beslenmemeyi alışkanlık haline getirmişti dermansızlığına yenik düşerek. Yaşam dediğimiz şeyin ölümle yer değiştirmesini sağlayan kapitalist sistemin insanları ölüme yaklaştırırken yaşamlarını uzattığına inandırdığı ne kadar da doğruydu aslında. Zihni’yle ilk karşılaşmamıza denk gelen o günden sonra aslında ben de pek çok şeyi daha net görmeye başlamıştım. Demek ki aslında Zihni de bana yardımcı oluyordu bir şekilde. Zihni’nin kafeinsiz neskahve içmeyi reddetmesiyle işte ancak şimdi anlıyorum kendisinin aslında benim bakışıma, benim de onun bakışına sahip olduğumuzu. Rollerimiz ta en baştan beridir tersine çevrilmiş durumdaymış meğerse ve ben bunun farkında değilmişim işte. Ben Zihni’nin bana terapi için geldiğini düşünüyordum, oysa aslında Zihni beni terapi etmek için gelip çalıyormuş kapımı ta en baştan beridir. Böylelikle hasta-terapist rollerinin aslında ezelden beridir tersine çevrilmiş olduğunu ve ölüm dürtüsüyle yaşam dürtüsünün bir olduğunu, kapitalizmin işte bu birliği bölmek suretiyle insanları sömürdüğünü anlıyorum bugün. Doğuştan gelmiyor aslında bu dürtüler, kendimizi içinde bulduğumuz sistem tarafından yaratılıp sömürülüyor. Neredeyse bir ürün haline geliyor insan böylece. Sömürülmek için üretilmiş bir nesne. Özne olmak için ya herşeyi reddetmesi gerek Zihni gibi, ya da kendini öldürmesi. Bilinçli olarak yapabileceğimiz tek seçimin kendimiz öldürmek olduğu bir sistemden daha kötüsü olabilir mi? İnsanların asla gelmeyecek bir günü beklemekle geçirdiği yıllar söz konusu burada. Ne Zihni sağlıklıydı aslında, ne de ben. İkimiz de kendimize kıyıcı yollara sapmaktan kurtulamıyorduk. Kafeinsiz neskahvenin normal neskahveden daha sağlıklı olduğu düşüncem son derece saçma bir düşünceydi mesela benim. Nasıl daha sağlıklı olsundu ki kafeinsiz neskahve normal neskahveden. Kafeinsiz neskahvenin içinde kafein yerine kafein tadı verecek tamamen kimyasal başka bir madde vardı. Diet kola için de geçerliydi aynı şey; yapay şeker ve yapay kafein vardı diet kolada. Belli ki en iyisi hiç neskahve içmemek, Zihni’nin dediği gibi, neskahve içmek yerine bir şey içmemek veya hiçliğin kendisini içmekti. Neskahve gibi bir şey içmektense herhangi bir şey içmemek daha doğruydu insan sağlığı açısından. Zihni hiçliği olumlamakla aslında yaşamın içindeki ölümü olumsuzlamış oluyordu, bense hiçliğin yerini alan bir şeyi olumlamakla ölümün içindeki yaşamı olumsuzlamış oluyordum. Varolan bir şeyin aslında olmayan her şeyin yerini alarak gerçeğin üstünü örten bir yanılsama olduğunu inkâr ederek ben ölüme hizmet ederken, Zihni varolan her şeyi inkâr ederek varlığın koşulu olan yokluğu olumlamış oluyor ve böylelikle de yaşamı olduğu gibi kabul edip tasdikliyordu. Yani ölüm yaşamın gerçeği, hastalıklar sağlığın iç organlarıdır diyordu zihni, bense sağlığın hastalıkların yokluğu anlamına geldiğini düşünerek yaşamı olduğu gibi görmekten aciz kalıyordum. Kimin ölüme kimin yaşama hizmet ettiğiyse bir muamma olarak kalıyordu ikimiz için de. Böylelikle benim Zihni’ye koyduğum tüm teşhisler anlamını yitirip yersizleşirken, Zihni’nin bana koymadığı tüm teşhisler anlam kazanıyordu. Zihni’nin bir artı bir’in en az üç ettiği düşüncesinin beyninin doğru çalışmadığının göstergesi olduğu yönündeki saplantım ise beni tamamen çökertiyor ve Zihni’nin her terapi seansında şunu söylemesi anlam kazanıyordu: “Senin yüzünden kendimden nefret eder hale geldim. Sürekli olarak benim içimdeki kötülüğü sana yansıtarak seni şeytan ilan ettiğimden bahsediyorsun ama nereden biliyorsun, meraktan ölüyorum, aslında benim yaptığımı söylediğin şeyi yapanın sen olmadığını? Nereden biliyorsun içteki kötülüğü dışa yansıtma ve ötekini şeytan kendini melek ilan etme eylemini gerçekleştirmeye meyilli olanın sen olmadığını? Hatırlıyor musun bir gün geçmişi şuurundan silme ve yeni bir hayata başlama arzularından söz ediyordun bana? Ben de demiştim ki aynı gün sana, topla acılarını git o kız çocuğuyla oğlan çocuğunun top oynayageldiği arka bahçeye göm hepsini. Yazılarını, anılarını, fotoğraflarını da göm oraya. Geçmişinden geçmişine dair nesneleri gömmekle kurtulup yeni bir özne olarak yeniden doğabileceğini sanıyorsan git yap bu sana dediğimi. Ama bil ki ne geçmiş bırakır peşini, ne de geçmişsiz bir geleceğin olabilir şimdi yaparsan bu sana dediğimi…” Elbette ki içinden çıkılması imkânsız gibi görünen, ölümle yaşamın yer değiştirdiği, ölmek isteyenlerle yaşamak isteyenlerin rolleri değiştiği, varlığı sürdürmeye çalıştığını iddia edenlerin yokoluşa doğru sürüklendiği, yokoluşu arzular görünenlerinse aslında varlığa doğru ilerlediği, ölülerle yaşayanların birbirlerinin kişiliğine büründüğü bu kaygı verici muammalar sarmalının sorumlusu ne sadece ben olabilirdim, ne de sadece Zihni. Ölümle yaşamın iç içe geçtiği böyle berbat bir durumun ortaya çıkması için en az iki kişi ve bu kişileri kuşatan nihilistik bir ilişkiler ağı gerekirdi, ki nitekim işte iki bölünmüş kişi olarak biz, ben ve Zihni, ederdik toplam dört kişi. Hem bizi çevreleyen koşullar, hem kişi sayısı, hem de kişilerin kendileriyle ve kendileriyle ötekiler arasında kurduğu ilişki biçimlerinin niteliği yeterdi de artardı bile böyle berbat bir durumun, bu kaygı verici muammalar sarmalının ortaya çıkması ve insanlığın tabutunda iyinin ve kötünün, ölümün ve yaşamın iç içe geçtiği düşler görmeyi arzular hale gelmesi için.

(2)

Gerçekten de önemli bir gündü Zihni için. Nasıl olmasındı ki? Zihni kendisini içinde bulduğu durumdan kurtulmanın yolunu bulmuş, hatta bu yönde harekete bile geçmişti. Şöyle ki: Zihni artık yazar olamayacağının, yazar olmak için gereken toplumdan kopukluğu kaldıramayacak denli zayıf bir yalnız kalma potansiyeli taşıdığının farkına varmıştır. Zihni bu sebepten ötürü kırlarda gezintiye çıkmanın pencereleri kapalı, perdeleri sonuna kadar çekik bir odada bütün gün neskahve ve sigara, bütün gece ise alkol ve sigara tüketmenin bünyesine zarar vereceği düşüncesini bir yaşam biçimi haline getirmiş bir kişi olduğunu idrak kabiliyetinin cüziliğine rağmen idrak etmeyi başarmıştır. Elbette ki yazı yazmak için sigara veya içki içmek şart değildi ama her nedense pek çok yazar bunu yapagelmişti. Tabii ki bu “sağlıklı bir yaşamı benimsemiş, sigara içmeyen alkol kullanımına ise şiddetle karşı olan yazar hiç yoktur” anlamına gelmemeli, ki zaten gelmiyor da. Bilâkis oldukça fazlaydı az önce tanımladığım prototipe uyan, yani ne içki ne de sigara içen yazar sayısı. Ve/fakat işte Zihni gene de a-sosyalliğe, alkole ve sigaraya karşı oluşunu yazar olamamasının gerekçesi olarak göstermeye meyilliydi. Belli ki Zihni romantik filmlerde sunulan tipik yazar prototipine özenmiş, bu prototipi bir elbiseyi üstüne geçirir gibi yaşamına geçirmeyi denemiş, bünyesi kaldırmayınca da hem elbiseyi, hem de yazar olmak düşüncesini bir kenara atarak kendini kırlara, dağlara, ovalara, bayırlara vurmuştur romantik bir edayla. Görülen odur ki Zihni’nin iç dünyası onun dış dünyayı yadsımasına yetecek kadar büyük ve derin değildir. Dolayısıyla da Zihni yazar olup eserlerine bunalımının damgasını vurmak düşüncesini bir tarafa bırakıp toplumsallaşma uğruna saçmalamayı seçecektir, ki nitekim işte zaten seçmiştir de sevgili okur. Bense günlerce hiç kimseyle görüşmeden, konuşmadan, bir odada kapalı, leş bir vaziyette ve yememe içmeme dikkat etmeksizin her gün yılmadan büyük eserimin tamamlanması yönünde ama kasmadan sayfalar dolusu cümle kaleme almaktaydım Zihni yazar olmak düşüncesinden vazgeçmeye meylettiği sıralarda. Sanırım Zihni’nin bilmediği ve benim bildiğimi sandığım bir şey vardı. Ve gene işte sanırım o şey şuydu sevgili okur: Zihni yazarlığın olunacak bir şey olmadığını, kendiliğinden olan bir şey olduğunu, yani işte yazar kişinin yazmaktan başka seçeneği olmadığını, yazmazsa öleceğini veya ölümden dönerek delireceğini bilmeyen bir tipti. Zihni’nin bilmediği bir başka şey de ölüm dürtüsü diye tabir edilen, sosyal yaşamdan kopmuşluğun aslında yaratıcılık sürecindeki aşamalardan sadece biri olduğuydu. Yani evet yazar kişi önce kendisini toplumdan soyutlayarak iç dünyasına yönelerek o dünyada yolculuklar yapabilecek cesareti kendisinde bulmalıydı. Ama sonra o iç dünyadan çıkarak tecrübe ettiklerini toplumla paylaşacak gücü de bulmalıydı kendinde. Pek çok kişi iç dünyasının derinliklerinde boğulur ölür veya ölümden dönerek psikozun eşiğinde bir yaşama mahkûm olurdu. Mühim olan içsel deneyimlerini anlaşılır bir dille kitleye ulaştırabilecek kadar hakim olabilmesiydi kişinin duygu ve düşüncelerine. Kişi duygu ve düşüncelerine hakim olabilmeliydi ki bu duygu ve düşünceleri aktarabilecek kelimeleri bulabilsindi. Ama nerde? Zihni her şeyi çok hafife alan bir tip olduğu için evde iki gün kapalı kaldıktan sonra neredeyse cinnet geçirmeye başlıyordu. Histerisinin yaratıcılığa dönüşmesine izin vermiyordu Zihni kısacası. Tabii elbette ki tüm bunlardan sadece Zihni’nin kendisi sorumlu tutulamazdı. İçinde yaşadığı toplumun son derece küçük ve içe kapalı olmasının rolü de vardı Zihni’nin yazarlık serüveninin hüsranla sonuçlanmasında. Zira saat başı ya telefon çalıyor, ya da birisi çat kapı evine dalıyordu Zihni’nin. Dedikodu, toplumsal mevzular, günlük siyaset gırla… Böylelikle de kurduğu fanteziler daha ana rahmindeyken ölüp gidiyordu. Ölmeyenler ise erken doğuma maruz kalıp yayınlanmaya değmez, neşredilmeye münasip olmayan bir halde kaleme alınmış buluyorlardı kendilerini. Kurgunun içine sızan günlük siyasi tartışmalarda köpüklenen yersiz hatta saçma mevzular da cabasıydı. Bu yüzden zamana direnebilecek nitelikte eserler çıkmıyordu Zihni’nin kaleminden. Sadece Zihni’nin değil tabii, kimsenin kaleminden çıkmıyordu zaman aşımına uğraması imkânsız eserler. Pek çok yazarın içinde yaşadıkları toplumun kurbanı olduğu artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Ne var ki bizim hikâyemizdeki vaka biraz farklı bildik senaryolardan. Şöyle ki: Mesela Zihni gibi yazar olmaya hevesli ancak yazar olmak için ödenmesi gereken bedeli ödemekten şiddetle kaçınan bir yazar kitlesi söz konusu bizim dramımızda. Yani mesela bir Van Gogh gibi ressam olmak yolunda bırakın kendi kulağını kesmeyi kendini toplumdan birazcık olsun soyutlamaktan kaçınanların sayısı had safhada. Toplumsallaşmak uğruna saçmalamak yerine oturup ciddi ciddi düşünmek, sağlam bir kurgu tasarlamak ve ıstırap dolu bir sürecin sonunda ortaya doğrudan varoluşun, yokoluşun, ölümün ve yaşamın derinine nüfuz eden bir kitap çıkarmak neredeyse ayıp kaçıyor ve toplumsal sorunlara duyarsızlık, hatta davaya ihanet olarak nitelendiriliyor Zihni’nin yaşadığı toplumda. Hayal gücünün insanı götürebileceği korkunç yerlere yaklaşmayı seçmek yerine, bu yerlerin var olmadığını tek gerçekliğin toplumsal ve siyasi gerçeklik olduğunu söyleme eğilimi kitlenin geneline yayılmış durumda. O kadar ki son derece yetenekli yazarlar bile körelmiş, nerdeyse kör çar olmuş gitmiş hallerde debelenip duruyorlar. Edebiyatçı olduğunu iddia edenler bile gazetelerin ve televizyonun onlara sunduğu gerçeklikten farklı gerçeklikler olduğunu kabul etmeyi şiddetle reddeder bir vaziyette Zihni’nin içinde yaşadığı toplumda. Neredeyse bir hapishaneden farksız olan bir toplum modeli toplumu oluşturan bireyler tarafından o denli içselleştirilmiş ki insanlar yazılan kurmaca bir kitabın hayal ürünü olduğunu idrak etmekten bile aciz hale gelmişler. Kitabın birinci tekil şahısta yazılmış olması yazarın kendi hayatını anlattığı anlamına gelir olmuş adeta. Hep ve sadece adeta kelimesinin etrafında dönen bir hayat yaşanmakta bu adada adeta.

 ***

 Herneyse ama. Bunalıma girmenin bile imkânsız hale geldiği bir dönemdeyim. Tabii ki girilemeyen bu bunalımın daha sonra çok daha feci bir şekilde zuhur edeceğinin de bilincindeyim. Ve işte bu sebepten ötürü de tarif edilemez bir endişe içerisindeyim. Mutlu olmak için o kadar çok sebebim var ki şu sıralar, acaba ben de Zihni’nin seçtiği yolu seçip yazmaktan vazgeçerek kendimi dağlara ovalara mı vursam diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Geçecektir ama elbet bu kötü günler. Gene bunalıma girip kimseyi görmek, kimseyle konuşmak istemediğim günler gelecek ve ben bir vecd halinde büyük projemin tek tanığı olarak eserime bunalımımın damgasını vuracağımdır. İki kişiden ibaret ahkâm kesimleriyle bezenmiş bu psiko-absürd hikâyenin okuyucularıma sıkıcı gelebileceği düşüncesi de tedirgin etmiyor değil beni. Korku filmlerine verdim kendimi belki ölülerle muhabbet eden psikotik karakterlerden ilham alırım diye. Ama nafile? Ben daha gerçekçi olmasını arzuluyorum yazdıklarımın. Kimin ölü kimin diri olduğunun belli olmadığı bir toplumda, hayatın bir korku filminden farksızlaştığı bir adada ne önemi var ki zaten gerçek ölülerle muhabbetin. Ben yaşayan ölülerle bile ilişki kurmaktan aciz bir tipim neticede.

***

 Zihni uzun zamandan beridir gelmiyor ziyaretime. Bu işin içinde bir değil binbir bit yeniği var diye düşünmekten kendimi alamıyorum haliyle. Çok içki içmemeliyim belki de. İçki içince sonu kafiyeli cümleler yazıyorum hep ve buda beni son derece rahatsız ediyor. Sanki yazıyı çekici kılmak için hep aynı harflerle bitirmek gerekir düşüncesine mahkûm etmiş hissediyorum kendimi öyle yapınca. Kafamda dönen düşüncelerin ve ruhumda cereyan eden hislerin dile dönüştürülme sürecinde kolayı seçip şiirsel-düzyazı denen saçmalığa direnmek durumunda buluyorum kendimi öyle durumlarda, zira ben direnişe karşı çıkmaya son derece hevesli bir kişi olarak görüyorum kendimi. Varolan bir şeye direnmektense o şeyi tamamen yıkıp yerine yenisini inşa etmeyi marifet belleyen bir tipim açıkçası. Nereye varacağı bilinmeyen yollara girip, sonunda ölüm veya çıldırış olsa bile doğru bildiğim hakikatlere sadakati bir yaşam biçim haline getirmeye çalışıyorum yazdıklarımla. Eski performansıma kavuşmak için eskiden yazdığım yazılara baktım bugün ve tiksindim kendimden, nefret ettim hatta. Sonra “bu zaten şimdiki ben değilim, geçmişte yazdım bunları, bu eski ben” diyerek teselli ettim kendimi. Eskiden daha iyi yazdığım düşüncesinin sadece bir yanılsamadan ama faydalı bir yanılsamadan ibaret olduğunu anladım böylece. Eskiden yazdıklarım daha bilinçsizce kaleme alınmış bir duygu ve düşünce karmaşasının yazı formunda zuhur edişinden başka bir şey değildi gibime geliyor şimdi. Evet doğru, belki eskiden daha korkusuzca, daha içe dönük ve daha bencilce yazıyordum ama eskiden yazdıklarımın şimdi yazdıklarımdan daha iyi olduğu anlamına gelmiyor bu; bilâkis daha topluma dönük, daha paylaşılabilir şeyler yazdığımı düşünüyorum şimdi. Farklı bir zamanda ve farklı bir uzamda, farklı koşullar altında ve farklı bir ruh haliyle yazılmış şeylerdi onlar. Zamanlarına ve uzamlarına göre iyiydiler belki ama pek kendini bilmezce ve pek budalaca buluyorum şimdi onların pek çoğunu. İlerleme nedir ki zaten insanın geçmişine yabancılaşıp onu iyi yönde dönüştürmek yolunda eyleme girişmesinin neticesinden başka?

***

 Dermansızlık varlığımın hâkimiyetini ele geçirdi. Bizim, yani yaşayanların dünyasından olup da ölüme yaklaşanların, onların, yani ölülerin dünyasından olup da yaşama yaklaşanlarla iletişim kurabileceği düşüncesinin hâkimiyeti altına girdi eylemlerim. Ruh çağırdım bugün, ne gelen oldu ne giden. İnsan sevdiklerinin yanında olmak istermiş hep; doğrudur. İnsan sevdiklerinin ve kendisini sevenlerin yanında olmak ister hep. Ama ya sevdiklerimiz hep ölmüşse? Ya sevdiklerimiz arasında ölmeyenler varsa onlar da yaşayan birer ölüye dönüşmüşse? Ne kalır geriye ölümü arzulamaktan veya yaşamayı bir ölü formunda sürdürmekten başka? Kimse okumasa ne yazar acıları önüne katıp kırbaçlayan bu yazmak? Kimse bilmese neye yarar bilgi? Hiçbir tahakküm biçiminin altında ezilmeye muktedir olmayanların kitabına yazın sorduğum bu soruları. Vasiyetim bu olsun benim de, ille de lazımsa herkese bir vasiyet ölmeden önce.

***

Zihni her zamanki gibi yeni bir kişilikle çıktı karşıma. İyi de etti aslında, zira ben neredeyse yalnızlıktan ölecek bir hale gelmiştim. Bir süreden beridir kendi kendime konuşuyor, adeta içimde yarattığım karakterlerin dış dünyada gerçekten de var olduğuna kâni kılıyordum kendimi. O kadar ki bazen yemeği iki, hatta üç-dört kişilik yaptığım bile oluyordu. Yemek yapmayı severdim, hala daha da severim. Hatta yazı yazmak dışında en sevdiğim şeylerdendir yemek yapmak. Patatesleri soymak, balıkları ayıklayıp iç organlarından arındırmak, domatesleri güzelce kesip tepsiye yerleştirmek, tüm bunların üzerine gerekli baharatları serpiştirdikten sonra da tepsiyi fırına koymak bana büyük haz verir. Ne güzeldir her şey, ne anlamlıdır hayat… İnsan o kadar uzun süre yalnız kalınca bu tür etkinlikler daha bir önem kazanıyor tabii… Herneyse ama, dediğim gibi Zihni uzun bir süreden sonra ziyaretime gelmiş, bunu yapmakla pek de iyi etmiştir. Zira o gün az önce tarif ettiğim içeriğiyle tepsiyi fırına salmış, gerçekte olmayan ama hayal dünyamda tüm ağırlıklarını ortaya koyan dostlarımı da göz önünde bulundurarak üç-dört kişiye yetecek kadar yemek yapmışımdır zavallı ben. Kendimi acındırmaya çalışmıyorum elbette ki burada, bilâkis ne denli mutlu olduğumu anlatmaya çalışıyorum içinde bulunduğum durumdan sana sevgili okur. Zihni’nin gelişi pek çok şeyi altüst etmiş olsa da gene de iyi olmuştu aslında. Şöyle ki: Ben kendimi bu sefer gerçekten de çok yalnız hissediyordum. Kimsenin beni sevmediğini düşünüyor, toplumu dışlayanın bizzat ben olduğumu bildiğim halde toplumun beni dışladığı hissiyle mücadele ediyordum. Pek mücadele ediyordum da denemez doğrusu, zira aslında ben kendim davet ediyordum bu dışlanmışlığı. İşin ilginç yanı Zihni de hep işte ben kendimi dışlanmış hissettiğim bu zamanlarda, yani yabancılaşmamın artık patolojik boyutlara ulaştığı zamanlarda ortaya çıkıveriyordu her ne hikmetse. Vardı elbet bir hikmet ve hatta bir bit yeniği bu işte ve/fakat bunu şimdilik ne ben biliyordum yazar olarak ne de sen sevgili okur. Bizim bilmediğimiz ve belki de Zihni’nin bildiği ama hiçbirimizin şimdilik emin olamadığı o şey neydi acaba? Söylemek istiyorum ama söylersem işin heyecanı kaçar diye zor da olsa kendimi tutuyorum. Bildiğimden değil o şeyin ne olduğunu. Bilmiyorum elbette ki. Ama sevgili okur, yazar benim ya, istersem işin içindeki o bit yeniğini uydurup biliyormuş gibi yapma hürriyetim, daha doğrusu seçeneğim var. Ama o yöne gitmeyi biraz erteleyip bu bilgiden yoksun bir şekilde seninle devam etmek arzusunu taşıyorum bu şimdilik bir muammalar sarmalından ibaret hikâyeye. Ölmemek için uzatıyorum işte. Zira biliyorum ki hikâye biterse ne Zihni kalacak, ne ben, ne de sen sevgili okur ilişkin olarak bu hikâyeye. Zihni şunu söyler balıklar, domatesler ve patatesler üzerlerindeki baharatlarla birlikte fırındayken daha: “Kendimi çok kötü hissediyorum. Zannedersem yazarlıktan vazgeçip toplumsallaşma uğruna saçmalamayı seçmekle çok büyük bir hata yapmak suretiyle tamir edilemez bir örselenmişliğe sebep oldum ruhi ve fiziki bünyemde.” “Hayır Zihni. Olaya bu şekilde bakmamalısın” senin de tahmin edebileceğin gibi benim sözlerimdir sevgili okur. “Ama hissiyatımın sanrısallığından şüphe etmekten aciz hissediyorum ben Zihni olarak kendimi.” “Endişelenme Zihni, göreceksin ki az sonra edeceğimiz sohbet derdine deva olacak, seni kendi mahvına sebep olmaktan alıkoyacak bir sohbet olacaktır.” “Anlamıyorsun beni. Ben hem kendim olarak, hem de Zihni olarak varolmak istiyorum bu hayatta. Ama görüyorum ki Zihni ve benim gerçek kişiliğim arasında uçurum var. Zihni toplumsal bir varlıkken ben kendim olarak son derece hayal ürünü bir varlık olarak varolabiliyorum. Zihni her söylediğimi çarpıtarak altına kendi imzasını atıyor ve ben bir hiç olarak kalmaya mahkûm bir biçimde sürdürmek durumunda kalıyorum varlığımı.” Belli ki Zihni biçare bir hale düşmüştür. Elbette ki ona yardımcı olmak benim boynumun borcudur. Peki, ama o buna hazır mıdır? Bunu hep birlikte göreceğiz sevgili okur.

***

Bugün hiç beklenmedik bir şey oldu. Zihni ilk kez yalnız gelmedi evime. Yanında sevgilisini de getirdi. Üstelik de şaşılacak derecede güzel bir kızdı bu. Ve güzel kızlarda sıklıkla rastlanan kendini beğenmişlik de yoktu bu kızda. Fiziksel güzelliği karakterini çirkinleştirmeyi başaramamıştı belli ki. Hep birlikte yemek yaptık, hep birlikte yedik yemekleri. Yemekten sonra kız bize bir sürprizi olduğunu söyleyerek antrede asılı olan montuna yöneldi ve cebinden küçük bir kutu çıkardı. Ben ve zihni merak içersinde seyredalmıştık kendisini. Kız elindeki kutuda ne olduğunu tahmin etmemizi istedi. Ben “mümkün mü hiç dünyadaki onca şey arasından kutuda ne olduğunu tahmin etmek” diyerek bu oyunun saçmalığını dile getirdim. Kız üstelemedi ve kutuda bir Japon bilim adamı tarafından geliştirilmiş bir ruh çağırma cihazı olduğunu söyledi. Kızın tarifine göre cihaz insan kulağının duyamayacağı denli yüksek frekanslı bir ses çıkarıyormuş, o kadar ki bu dalgalara ses demek bile mümkün değilmiş, beş duyu organıyla algılanamayacak sinyaller demek daha doğru olurmuş. Kutudan çıkardığı ne idüğü belirsiz cihazı masanın üzerine koyan kız “hazır mısınız?” diye sordu. Zihni şaşkınlık içersinde bir bana, bir kıza, bir de cihaza baktı. Yüzünde “bu da nereden çıktı şimdi?” manasını taşıyan bir ifade vardı. Sonra konuşmaya başladı kız: “Merak etmeyin, çağıracağımız ruhlar zararsız. Bu alet sadece iyi ruhları, dünyayı ve yaşamı seven ruhları getiriyor biz yaşayanların dünyasına. Kötü ruhlar, yaşayanları sevmeyen ruhlar zaten gelemez dünyamıza. Sadece burada sevdikleri olanlar gelebilir buraya.” Kızın bu sözleri bana bir gece önceki düşüncelerimi anımsattı. Ben de böyle düşünmüyor muydum? Ölülerin yaşayanların dünyasında sevdikleri varsa dünyamıza yanaşabileceklerini yani. Çok heyecanlanmıştım. Zihni ise endişeliydi. Ben “hemen başlayalım” dedim. Kıza aleti hafifçe okşadıktan sonra üzerindeki yeşil düğmeye bastı ve “sessiz olun” dedi. Yaklaşık dört dakikalık sessiz bir bekleyişten sonra hafif bir tıkırtı duyduk üçümüz de. Ama bu tıkırtının kaynağını bulamıyorduk bir türlü. Tıkırtı adeta kafalarımızın içinden, aynı anda hem çok uzak hem de çok yakın bir yerlerden geliyordu. Sonra birden kesildi tıkırtı. Ama herşey bitmemişti henüz. Kız elleriyle “sakin olun ve yerinizden kıpırdamayın” işareti yaptı, sonra gözlerini kapayarak anlaşılmaz bir dille konuşmaya başladı. Adeta bu dünyaya ait değildi kızın konuştuğu dil. Söyledikleri garip seslerden ibaretti ama bu sesler sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu. Muhatapsa ölülerdi. Zihni zangır zangır titremeye başladı sonra. Ben önce Zihni’nin korkudan titrediğini sandım ama hemen akabinde anladım ki aslında Zihni şuurunu yitirmiş, varlığını ölü bir deli istila etmişti. Konuşmaya başladı Zihni: “Ben Zeno. 1972 senesinde deli olduğum gerekçesiyle tımarhaneye kapatıldım. Beni deli sanmalarının sebebi ölülerle iletişim kurabildiğimi iddia etmem ve bununla da kalmayıp bunu felsefi olarak açıklayabileceğimi iddia etmemdi. Ölülerle yaşayanları birleştiren şeyin sevgi ve sadakat olduğunu söylemiş, yıllar önce ölen ve stoacılık adlı felsefi akımın kurucusu olan Zeno’nun ruhunun bana görünmekle kalmayıp içime girdiğini ve bu yüzden de artık adımı değiştirmem gerektiğini bir saplantı haline getirmiştim. Yıllarca süren tedaviye var gücümle direndim, düşüncelerimin yersiz olduğunu asla kabul etmedim. Ben hakikati bulduğuma inanıyor ve varlığımın tek sebebinin bu hakikate sadakat olduğunu biliyordum. Ama bana tedavi adı altında o kadar çok işkence ettiler, üzerimde o kadar çok deney yaptılar ki biçare bir hale gelmiştim yaşamımın sonlarına doğru. Bana verdikleri ilaçlar hep deney aşamasındaydı, zira o zamanlar psiko-somatik ilaç endüstrisi daha emekleme dönemindeydi. En sonunda beni bile inandıracaklardı neredeyse deli olduğuma. Çaresizdim ve intihara sıcak bakmaya başlamıştım. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaştığımı hissediyordum. İşte o zaman Zeno’dan daha başka ölülerle de iletişim kurmayı başardım. Bana sadece ölüme yaklaşanların ölülerle iletişim kurabileceğini söylediler, kısa süre sonra öleceğimi de eklemeden edemediler o daha başka ölüler. Beni tımarhaneden kaçmaya ikna ederek ölmeden önce yerine getirmem gereken bir misyonum olduğunu belirttiler. Yıllardır ölülerle yaşayanların dünyasını birleştirecek bir cihaz üzerinde çalışan Takamuro Kootaro adlı Japon bir bilim adamını bulup ona tecrübelerimi anlatarak projesine felsefi ve psikolojik bir boyut katmak, böylece projesini farklı bir gözle görüp neyin eksik olduğunu kavrayarak başarıya ulaşmasını sağlamaktı görevim. Nitekim tımarhaneden kaçmayı başararak bir gemiye atladım ve Japonya’nın yolunu tuttum. Ölüler bana Takamuro Kootaro’nun adresini söylemişti, dolayısıyla hiç zor olmadı bu çılgını bulmam. Benden korktu önceleri ama sonra neden orada olduğumu anlayınca rahat bir nefes aldı. Anlattıklarımı heyecanla dinledi ve pek etkilendi söylediklerimden. Ülkeme geri dönemeyeceğimi zira tımarhaneden kaçtığımı söyledim ona. İstediğim kadar yanında kalabileceğimi zaten pek fazla ömrüm kalmadığını söyledi bana. Doğruydu, çok az ömrüm kalmıştı. Bunu ikimiz de biliyorduk lâkin sadece ölme vakti gelenler iletişim kurabilirdi ölülerle. Nitekim çok geçmeden öldüm, bu size konuşmakta olan ruhumdur. Sizi uyarmaya geldim. Acele etmelisiniz, fazla vaktiniz kalmadı. Benimle iletişim kurmayı başarmış olduğunuza göre siz de öleceksiniz pek yakında.” Bunları söyledikten hemen sonra sesi kesildi Zeno’nun. Ben, Zihni ve sevgilisi melûn melûn birbirimizin suratına bakıyorduk. İlk paniğe kapılan tabii senin de tahmin edebileceğin gibi Zihni oldu sevgili okur. Sevgilisi ve ben onu yatıştırmaya çalıştık. Sevgili, külüstür de olsa bir arabası olduğunu, o arabaya atlayıp arkadaşının bir göl yanındaki kulübesine gidebileceğimizi, geceyi orada geçirdikten sonra ertesi sabah salim kafayla durumu tekrar gözden geçirebileceğimizi söyledi. Ben pek sevinmiştim bu işe. Ne de olsa aylardır bu evden çıkmamış, kendimi romanıma hapsetmiştim. Üstelik de romanım hiç ilerlemiyordu. Kısılıp kalmıştım yani. Kendi çevremde dönüp duruyor, biçare bir halde kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan sersem bir köpeğe dönüşüyordum gün geçtikçe. Şimdi bu doğaüstü hadiselerle epey malzeme çıkmıştı bana. Romanıma yeni bir boyut katacaktı tüm bu olanlar. Tabii eğer ölümü yenmeyi başarıp Zeno’nun kehanetine inat hayatta kalabilirseydim.

***

 Yolculuğumuz olaysız geçti. Dağların yamacındaki bu küçük kulübe göle bakıyordu, göl de ona tabii. Sanırım artık Zihni’nin sevgilisinin adını senden gizlemekte bir mana kalmadı sevgili okur. Kızın adı Sel. Sel, arkadaşının uzun süredir bu kulübeye uğramadığını dolayısıyla da kulübenin durumunun vahim olabileceğini söyledi bize arabadayken. Kendisinde her zaman yedek anahtar olurmuş ama, ki nitekim işte vardı da zaten. Allahtan kulübede odun vardı da soğuktan ölmekten kurtulduk. Ama tabii bu başka bir sebepten ölebilme ihtimalimizi ortadan kaldırmıyordu. Ne de olsa bir ölüyle iletişime geçmiştik. Ve ancak ölüme yaklaşanlar iletişime geçebilirlerdi ölülerle. Ben hâlâ daha tüm bunların bir rüya olup olmadığından emin değildim. Ama aynı zamanda da bu durumun bir rüyadan ibaret olmamasını gönülden arzuluyordum. Ölecekseydim de ölseydim, zaten ölür gibi yaşıyordum hayatımı. Beni hayatta tutan tek şey yazı yazıyor olmaktı. Yarattığım hayali yaşamlarla teselli buluyor, gerçek hayatın gerçeklerinden kaçarak kendi iç dünyama hapsolmuş bir yaşam sürdürüyordum yıllardır. Hiç değilse böyle ilginç bir şekilde ölerek boşuna yaşamamış olacaktım. Tek dileğim en azından romanımı bitirecek kadar vaktim olmasıydı ölmeden önce. Bilmiyordum, bilemiyordum. Eğer kesinlikle ölecekseydik benim evimden kaçıp bu kulübeye sığınmak neye yarardı. Buraya gelmek fikrine karşı çıkmamamın tek sebebi monoton hayatıma renk gelecek olmasıydı. Göl kenarında, dağların yamacında uyanmak ruhuma iyi gelecekti. Sabah yürüyüşe çıkacak, kuşlara arılara bakacaktım. Belki yerden mantar toplar, kahvaltıda mantarlı yumurta yerdim. “Bir insanı tatmin eden şeylerin küçüklüğüne bakarak o insanın kaybının büyüklüğünü anlayabilirsiniz” demişti Hegel. Ne kadar da doğruydu söylediği. Ne akıllı adamdı şu Hegel. Descartes’ın kendi içine kapalı bilincini bölerek herşeyin bir ötekisi, bir zıddı olduğunu, herşeyin kendi içinde bölünmüş olduğunu ve hiçbir şeyin zıddı olmaksızın var olamayacağını göstermişti Hegel. Şimdi sanki daha bir anlam kazanıyor Hegel’in söyledikleri. Ölüm kapıyı çalıyor zira şimdi ve ben düşünmeden edemiyorum “sonunda ölüm olmasa yaşamanın ne anlamı olurdu ki?” diye. Bazıları “tam tersi” diyerek karşı çıkabilir bu söylediğime. “Bilâkis sırf sonunda ölüm olduğu için anlamsızdır hayat” diyebilir mesela bazıları. Onların söylediği de doğrudur elbet. Ama hayatta kalmaya yardımcı olmaz, hayatın anlamından ziyade anlamasızlığını vurgulayan bir düşüncedir ve bu yüzden de doğru olsa bile yaşamdan ziyade ölüme hizmet eder. Tercih kişinindir tabii ama. Ben düşünce özgürlüğünden olduğu kadar, ölme özgürlüğünden de yana olan bir kişiyim neticede. İşte aklımda bu düşüncelerle uykuya dalarım o gece.

***

 Ertesi sabah Sel’in sesiyle uyanırım. Kalkmam gerektiğini, konuşacaklarımız olduğunu söylemektedir bana Sel. Kalkarım. Zihni mutfakta neskahve yapmaktadır. Çok şaşırırım. “Zihni, sen neskahveye karşı değil miydin dostum?” diye sorarım. “Karşıydım evet ama işler değişti. Zaten öleceğiz bari neskahve içip güzelleşelim diye düşündüm. Zaten her zaman neskahve içmek istemişimdir, fırsat bu fırsat içebildiğim kadar neskahve içeceğim şimdi,” söyler Zihni. “Bana da yap o zaman. Varsa içine dağ balı da koy.” “Olmaz olur mu? Sağolsun hikâyemizin yazarı herşeyi düşünmüş. Ölmeden önce yaşamın tadına az da olsa bakabilmemiz için olmayan bir şey yok bu kulübede. Dilediğimiz herşey dilediğimiz anda var oluyor bu uzamda,” şeklinde oldukça ilginç bir yanıt verir bana Zihni. Bu arada şömineye koyacak odunumuz kalmadığından yakınmaktadır sel. “Odun dile sevgili Sel,” derim ona. Sel’e hiç komik gelmemiştir bu espri ve bana tepki olarak mı yoksa öyle gerektiği için mi bilinmez, hemen yanındaki tahta sandalyeyi kaptığı gibi yere vurur. Belli ki maksadı sandalyeyi kırmak, parçalarını yakacak olarak kullanmaktır. Yeterince güçlü olmadığı için başarısız olur tabii bu girişiminde. “Dur sana yardımcı olayım,” deyip sandalyeyi kaptığım gibi var gücümle yere vururum. Sandalye üç parçaya ayrılır. Ateşimiz yakılmış vaziyette, dağ ballı neskahvelerimiz masanın üzerindedir. Sel söze girer: “Akşam içinde bulunduğumuz durumdan nasıl çıkabileceğimiz üzerine düşündüm biraz. Eğer öleceksek bundan nasıl kaçabiliriz. Yani belki de öleceğimizi öğrendiğimiz andan itibaren gerçekleştirdiğimiz tüm eylemler bizi ölümden uzaklaştırmaya değil, bilakis ölüme yaklaştırmaya hizmet ediyordu. Ölüm dürtüsü diye bir şey var biliyorsunuz. Kişi sırf ölümden korktuğu için ölümden kaçmaya çalışır ama aslında her hareketi korktuğu şeye yaklaştırmaktadır onu. Başımıza gelmesinden korktuğumuz pek çok şeyi bizzat kendimiz başımıza getiririz. Yani korku korkulan şeyi gerçekleştirir.” “Çok haklısın Sel,” der Zihni. “Haklı olabilirsin Sel. Ama ne yapabiliriz ki başka? Hiçbir şey yapmadan oturup ölümü mü bekleyelim?” diye sorarım. “Bana uyar. Biliyorsunuz ben ezelden beridir bir şey yapmaktansa bir şey yapmamayı, daha doğrusu hiçliğin kendisini yapmayı bir yaşam biçimi haline getirdim,” diyerek olaya farklı bir boyut katar Zihni. “Bence elimizdeki cihazın kıymetini bilip Zeno’dan başka ölülerle de irtibat kurmayı deneyelim. Aslında bu aletin tam olarak nasıl kullanılacağını bilmiyorum. Bu alet esrarengiz bir şekilde hayatıma girdi. Alışverişteydim iki hafta önce. Çorap, don falan gibi şeyler alıyordum. Eve geldiğimde bu alet de çıktı alışveriş çantasının içinden. Biri benden habersiz yaşamıma sokmuştu bu lanet cihazı. İlk denememde de tıpkı ikincisinde olduğu gibi Zeno’nun ruhu gelip aynı şeyleri söyledi. Ölüyordum gülmekten neredeyse,” söyler Sel. “Bu işin içinde bir bit yeniği var arkadaşlar. Bence ciddiye almamalıyız bu cihazı. Göle at kurtul Sel. Sen de kurtul biz de. Geçmişi unutup geleceğe güvenle bakalım. Zaten daha şimdiden bir sürü malzeme çıktı romanıma. Bundan sonra bir şey olmasa da olur. Bir kaç gün bu gölbaşında kalıp sakinleşiriz, sonra da şehre geri dönüp sefil hayatlarımıza devam ederiz,” derim ben. “Bence halkı bu konuda bilinçlendirelim,” der Zihni. “Saçma sapan konuşma Zihni!” diye söze karışır Sel ve ekler: “Aleti harekete geçiriyorum. Elbet bir yerlere varacağız şimdilik bir muammalar sarmalı içerisinde olsak da…” Ölülerle iletişim cihazı açılmış, Zeno’nun ruhu gelmiştir. Ama bu sefer söyledikleri o kadar ilginçtir ki sevgili okur, adeta gülmekle ağlamak arasında bir yerlerde kalmışızdır üçümüz de. Şunları söyler Zeno: “Ha, ha, ha, hayt! Mağazamızdan alışveriş ettiğiniz için çok teşekkürler. Umarız şakadan anlayan bir tipsinizdir ve sinir olmamış, bilâkis bu küçük sürprizimizi beğenmişsinizdir. Bu cihazı ciddiye alıp üçüncü kez kullanmakla bizden üç don, üç çift de çorap kazandınız. Tek yapmanız gereken cihazla birlikte mağazamıza gelip donlarınızı ve çoraplarınızı temin etmektir. Hi, hi, hi, hiyt!”

 (3)

 Bu sersem yazar seni hayal kırıklığına uğrattığı için çok üzgünüm sevgili okur. Ama elimden bir şey gelmezdi, ben sadece biçare düşmüş bir karakterdim bu hikâyede; yazarın ne yazacağı üzerinde etkili olmaya muktedir değildim. Hem sonra belki de yazarın da kendince haklı bir yanı vardı. Daha fazla dayanamazdı belki de karakterlerinin bilinmezlik karşısındaki aczine. Bu yüzden de tüm hikâyeyi kapitalizmin bir oyununa, bir eşşek şakasına dönüştürdü. Ama merak etme sen, zira her olmayan işte bir hayır vardır derler. Kapanan her kapı bir başka kapının açılacağının Müjdecisidir diye de eklerler. Göreceksin ki çok daha heyecan verici şeyler olacak hikâyemiz ilerledikçe. Kim bilir belki de işin içine aşk meşk girer, aşk, aldatma ve intikam ekseninde pek popüler bir romana dönüşür hikaye. Mesela Sel Zihni’yi aldatır, Zihni depresyona girer, gene gelir kapımı çalar. Zihni bu sefer gerçekten de derin bir buhranın eşiğini çoktan aşıp psikozun pençesinde kıvranmaktadır. Anlattığına göre Zihni son birkaç gecedir Sel’i yeni sevgilisiyle sevişirken baltayla doğramak suretiyle öldürdüğünü görmektedir rüyasında. Korkmuş vaziyettedir Zihni. Kendi rüyalarının gerçeğe dönüşmesinden ve hayatının geri kalanını ya bir tımarhanede, ya da bir hapishanede geçireceğinden korkmaktadır. Durumun bu sefer şakaya gelir yanı olmadığını anlayan ben derhal buzdolabına yönelip Zihni’ye ikram edebileceğim bir şey olup olmadığını kontrol etmeye girişirim. Buzdolabında bu sefer bırakın yumurtayı, domatesi, hıyarı su bile yoktur. Belli ki ikimizin de durumu bırakın düzelmeyi eskisinden de kötüdür. Acınacak bir hale gelmiş, biçare bir hale düşmüşüzdür ikimiz de. “Peki hiç umut yok mu sevgili Zihni?” “Yok dostum. Nefret ediyorum ondan. Ama onu sevdiğim için nefret ediyorum ondan, tiksiniyorum. Zaten beni delirme noktasına getiren de bu çatışan hislerin ruhumda yarattığı tahribat. Öleceğim kıskançlık ve üzüntüden.” “Üzülme sevgili Zihni, geçecektir, bitecektir bu ıstırap dolu günler. Genç Werther’in Acıları’nı oku bak göreceksin teselli bulacaksın. Ne diyor orada Goethe?” “Bazen anlayamıyorum, ben onu böyle çok, böyle içten sevdiğim, ondan başka hiçbir şeyi görmediğim ve bilmediğim halde nasıl oluyor da, başkalarını seviyor, sevebiliyor!” Zihni yemekten içmekten kesilmiş, soluk alamaz olmuş, uyumak nedir unutmuştu. Yapmaması gereken işlerle meşgul oluyor, özyıkım yolunda emin adımlarla ilerliyordu. “O sürtüğe ne yapacağımı biliyorum ama ben. İntikamımı titizlikle hayata geçirecek, başına gelenlerden benim sorumlu olduğumu bile anlamamasını sağlayacağım.” “O zaman intikamın ne anlamı olur ki Zihni?” “Olacak!” Zihni’nin sözleri beni endişelendiriyordu. Sel özünde o kadar da kötü bir insane değildi aslında. Sadece hormonları bir başkası tarafından daha çok arttırılmıştı. Zihni’nin kenini bu şekilde bitap bir hale düşürmesi sen de takdir edersin ki son derece kaygı vericiydi sevgili okur. “Ona dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim. Yeni sevgilisine de Sel’in gerçek yüzünü göstermek suretiyle ondan soğumasını sağlayarak aralarını açacağım. Sel tekrar benim olacak, olmalı!” Zihni aşkın nasıl olup da nefrete dönüştüğüne çok güzel bir emsal teşkil ediyordu bu haliyle. Seli’hem seviyor hem de ondan ölesiye nefret ediyordu. Ve hem sevgisine hem de nefretine bir çıldırmışlık hali hükmediyordu. Bir delirme durumu sözkonusuydu burada. Bunun önüne geçmeli, zihni’nin bir çılgınlık yapmasını engellemeliydim. “Hiç anlamadı beni. Her şeyi benden bekliyordu. Ne zaman benim moralim bozuk olsa onun da morali bozuluyordu. Ama bu benim moralim bozuk olduğu için değildi. Sel çok edilgen bir insandı. Karşısındaki negative enerji saçarsa o da negatifleşiyordu. Bir tek gün bile hatırlamıyorum ki ben negative olduğum halde beni pozitife dönüştürsün. Aksine işleri daha da berbatlaştırıyordu. Hemen kavgaya tutuşuyor, beni mutsuz olduğum için suçlamaya ve kendisini de mutsuz ettiğimden yakınmaya başlıyordu. Teselli etmek, mutluluk vermek, etkin bir biçimde kontrolu eline almak Sel’e çok uzak şeylerdi. Onun kadar pasif ve reaktif bir insan tanımadım hayatımda.” Zihni çok çelişkili konuşuyordu. Belli ki kafası ve duyguları çok karışıktı. Ona Xanax verip uyumasını sağlamaktan başka seçeneğim olmadığına kanaat getirmek üzereydim ki kapı çalndı. Gelen Sel’di. İşin içinde bir bit yeniği olduğunu Sel’in kapıyı çalışından anlamalıydım aslında, ama anlamadım, anlayamadım. Peki ama nasıl çalışmıştı Sel kapıyı? Sel kapıyı tereddütle çalmıştı sevgili okur, Sel’in kapıyı çalışına isteksizlik hakimdi. Bunu sebebini şimdilik bilmiyorduk Zihni ve ben. Bilmdiğimiz bir başka şey de Sel’in kapıyı neden çalmış olduğuydu ki bunu çok geçmeden hep birlikte öğrenecektik. Sel yüzüme bakarak: “Senin burada olacağını tahmin ediyordum.” Ben: “Zihni’ye konuşurken neden benim yüzüme bakıyorsun?” Sel: “Zihni mi, Zihni de kim?” Ben: “Sen aşağılık bir yaratıksın sevgilim.” Sel: “Senin bu dünyadan olduğundan şüphelenmeye başlıyorum.” Ben: “Gitme dur ne olur.”

***

Ama Sel gitmiştir. Dünyadaki hiçbir kuvvet onu geri döndürmeye yetmeyecektir. Ben kaderimle, kederimle ve Zihni’yle başbaşa kalmış, tüm bu olanların tabutumda gördüğüm bir düşten ibaret olması için varlığından şüphelenmekten kendimi alamadığım bir Tanrı’ya dua etmekteyimdir.