İki Gemi, Bir Deniz

iki gemi bir deniz“Hayvanlar mı doğru söyler sence, insanlar mı?”

“Hayvanlar.”

“Doğru. O takdirde doğru söylüyorum diyen insan ben hayvanım demektedir aslında.”

“Doğru.”

 Birbirlerinin sonlarını hazırlayacak şekilde birbirlerini “sevmek” için kullanan iki insanın sıradışı hikâyesi…

Basında çıkanlara inanmayın sakın. Şehrin ışıkları ne kadar da turuncu, adeta kırmızı ve misafirperver işte… Burada fakir ama iyi yürekli ve dürüst bir mahalle halkıyla, düzenlerini bozmak isteyen kabadayıların mücadele tarihine yer yok. Gel cenneti gör. Aşk, aldatma ve intikam üçgeninde gezinen bir film çekmiyoruz burada. Aşkı ne yüceltiyoruz, ne de onu melodramın klişeleşmiş anlatım tarzından kurtarıyoruz.  Lakin her ne hikmetse aşkı gerçekçi boyutlarıyla aktarıyoruz gene de işte.

Deniz asla uyuyamayacakmış gibi yatıyor yatakta. Yatmadan önce bütün gece benim resmimi çizmeye çalıştı. Galiba asla uyuyamayacak. Resmimi çizemedi, daha çok bir karikatüre benzedi resmim. Portre karikatürüne, karikatür portresine. Hep söylüyorum ona, “resmi boşver, beceremiyorsun işte, yazar ol sen”, dinlemiyor beni, ille ressam olacak. Hayır, yeteneği olsa bir şey demeyeceğim, ama yok. Yazıya yeteneği var ama yazı yazmayı da sevmiyor. Halımız da leş olmuş. Yıllardır aynı halıyı kullanıyoruz. Kim bilir kaç kişi kusmuştur bu halıya? Deniz uyudu. Kendini kendi içinde kaybeden insanlar artık uyuyamazlar. Herşeye rağmen kasılacak bir şey bulurlar, belki de bu kâbuslarının elbet bir gün sona ereceği umududur. Son zamanlarda tarla fareleri bile böyle düşünür olmuşlardır. Onlar da geceleri yalnız uyuyamazlar, hayallerinin gerçeğe dönüştüğü noktada onlar da insan olurlar. Bu onların işte asla sonlanmayan kâbuslarıdır. İniş aşağı tırmanışların sarsıntı boyutundaki yakarışların mutluluk taciri  mahkûmların bile olur hayallerinin gerçeğe dönüştüğü ve cezasız kalan suçları ve asla sonlanmayan kâbusları ve sen bile diyebilirsin ben senden geçtim de geldim diyebilirsin sen bile ve reytingi yüksek yalanlarınla, sefil sefil koştura koştura dönercinin önünden geçen bir kedi bile yemezken benim içinden kurtçuklar çıkan dönerimi ama sen yumuşak bir sesle içime düşersen ben de düşersem bile içime… Tolerans sıfırın altında…

 “Neden geldik dünyaya?”

“İnsan olmaya.”

Duygusallıktan öte bir şey bu. Komadaki bir insanın gördüğü düşler gibi veya belki de bunalıma girmemek için Faverin tedavisi gören, Emesdon enjeksiyonuna rağmen kasılan bilinciyle ölecek bir kanser hastasının düşünceleri. İşte öyle gerdim sinirlerimi, yatıya kaldı kâbuslarım. Sanki her gün bir gece önce ölmeksizin yeniden çıkacakmışım gibi ana rahminden. Bir gün mutlu, bir gün mutsuz. Bunlar Denizin kendi rüyası hakkında yaptığı açıklamalardı uyurken. Belli ki benimle paylaşmak istemişti rüyasını ama bunu bilmeden yapmıştı bunu. 

Ertesi akşam çok geç kalktı Deniz. Ben bu arada halıyı yıkadım, temizlenmedi, gittim yeni bir halı aldım. Deniz halıyı hiç beğenmedi. “Bu halı çok çirkin, hatta hayatımda gördüğüm en çirkin halı” dedi, sonra da halıya tükürdü. Hâlbuki halının suçu yoktu, Denizin benim suratıma tükürmesi gerekirdi. Ben de Deniz’in suratına tükürdüm bu hatasından dolayı ve sonra bunu oyun ettik, birbirimize tükürmeye başladık koşuşturarak. Günler böyle geçiyordu işte. Evlenecektik neredeyse.

Kaza günü. Boğazdayız. Çörek ve hellim yiyoruz. Sonra Karpaz’a gideceğiz. Kış. Yağmur yağıyor.

“Sen bir salaksın Deniz, senin kadar salak bir kadın görmedim daha önce?”

Tanışmamızdan bir buçuk sene sonra söylemiştim bu lafı ve tabii ki Deniz yüzüme tükürmüştü. Sonra hellim ve çöreklerimizi bitirip, ayranlarımızı da içip Karpaz’a gitmiştik. Yolda yaptığımız tek şey birbirimizi aşağılamaktı. Sonra cinsi münasebette bulunan eşşekleri görünce birbirimizin yüzüne tükürmüştük.

“Erkeklerden çok çektin galiba?”

“Evet, suratıma sıçmadıkları kaldı.”

Gidip yeni bir halı daha aldık. Halının üstüne oturup neskahve içip pisgot yedik. Pisgotları neskahvelere batırıp batırıp yedik. Sonra şiir okuduk. 

Bu arada opak gözlü, kırmızı benekli sarı balık seyre dalmışken batan geminin mallarını ve rencide ederken istiridyeleri, mor gözlü eşşek balığı haince planlarını yürürlüğe sokmak için uygun zamanı kolluyordu. Yürürlük. Yürürdük Altın Kumsal’da.

“Buralarda bir evimiz olsaydı keşke.”

“Keşke.”

“Lefkoşa çok çirkin. Bir mezarlığı anımsatıyor adeta bana. Evler beyaz birer mezar sanki.”

Beyaz bir dörtlük neşreden balıkçı şair oltasını atmış kafa dinliyordu. Sınırsız bir özgürlüğe yelken açan yeşil benekli beyaz gemiden el sallayan sarışın kız o kadar uzaktan bile aşık edebilmişti eskinin balıkçı şairini ve şimdinin dönerci çırağını kendine. Geçmişin ölü tanıkları neden susuyor? Her yer su ve/fakat içecek bir damla bile yok.

“Doktor bey, bana bir intihar reçetesi yazar mısınız?”

Tüm gemiler sırra kadem, benim elimden düştü kalem. Balık yoksa balıkçı şair ne yazsın? Deniz yoksa başını hangi taşa vursun?

Çöllere dalsın çöllere, yeşil ördek gibi çöllere, deniz onun neyine?

Hindistan’dan bir esinti gelse Gandi’nin ruhunu getirse, pasif pasif dirensek!

İstiridyeler teker teker çıktılar Denizin sepetinden. Karpaz’a kar yağıyordu o sabah; eşşekler donup donup öldüler. Alice harikalar diyarını terk etti ve Ares’le evlenmeye gitti. İstiridyeler kıyafet balosuna gidecekmişçesine neşeli ve kostümlüydüler. Çiçek yüklü bir gelin arabası şarampole yuvarlandı. Gelincikler hep soldu. Devir seyir devriydi. Bak sana su getirdim. Yaa, haklısın, her yer su ve/fakat içecek bir damla bile yok.

“Telefonu kapa. Mümkünse bir daha konuşmayalım.”

Tıp fakültesini bitirdikten beridir kırmızıyı sevemez oldum. Senin neden aklın uzun saçın kısa?

“Doktor bey bana bir intihar reçetesi yazmanızı rica edeceğim.”

“Tabii. Deniz’di değil mi adınız?”

“Ya, öyleydi.”

Yüzyıl geçti, istiridyeler bizden nefret etti ve evreni fethetti.

Akşam yemeğinde opak gözlü, kırmızı benekli sarı bir balık yediler. Kedilere de verdiler.

Size çok hayati bir tavsiyem var; sakın şeffaf bir duvarı hafife alıp yıkmazlık etmeyin. Büyüklerden korkmayın. Birbirinize sarılın, o yeter. Onlar yapamadı, siz yapın.

Küçüktüm, beni yediler, midelerine taht kurdum! Ve dedim ki:

“Sadakat yaşamsalsa aşk ölümcüldür.”

Olmayan pek çok şey var daha.

İki arkadaşım geldi az önce, bana üç sigara bıraktı gitti. Rica etmiştim, “üşeniyorum dışarı çıkmaya, bana biraz sigara bırakın” demiştim. Hayatın hızına erişmek istemiyorum. Hayatın hep bir adım gerisinde gitmekle kendimi emniyette hissetmekten ve bu yanılsamayla bile yeterince mutlu olamamaktan muzdaribim. Hayatın ırzına geçmek istiyorum aşkımın ırzına geçtiklerinden beridir. Şekersiz ama anasonlu öksürük pastillerine benzetiyorum aşkı da yaşamı da. Kimisi sever, kimisi sevmez ama öksürüğün varsa emmek zorundasın, başka seçeneğin yoktur. Ha! Diğer yandan hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir yer mutlaka vardır ama hayaller gerçeğe dönüşünce hayal olmaktan çıkar diye bir senaryo da vardır. Beklendiği gibi olmayabilir tabii hayaller hayata nüfuz edince. Hayal esnek ve gevşek bir şeydir; kurulur, bozulur. Durağan bir bütünlük izlenimi verecek şekilde yan yana yerleştirmek lazım hayallerle hayatı.

Henüz olmamış pek çok şey var.

Deniz bu aralar Postyapısalcı Anarşizme doğru emin adımlar atmaya yelteniyor sık sık. Resimlerini Postyapısalcı Anarşizm üzerine ve daha başka doğaüstü –izmler üzerine yazılmış kitapları okuyarak yapıyor. Kelimelerin resimlerini çizmeye çalışıyor. Cümleler anlamlıdır. Onu bundan alıkoyamıyorum tabii. Mümkün mü? Hayır, yani teori üretmenin bir eylem biçimi olarak pratiğin ta kendisi olduğunu düşünürsek evet de, acaba bunu düşünebilir miyiz? Yani şöyle düşünelim: Diyelim Deniz bugüne kadarki tüm teorilerden farklı bir noktadan hareketle oldukça farklı bir uzamda, adeta bu zamana ait olmayan bir uzamda ilerleyen bir teori üretmeyi başardı, acaba onun bu eylemi zaten sistem dışına çıkmış olduğu için bir pratik sayılabilir mi?  Teoride düzenin dışına çıkmış olmak pratiğin ta kendisi olarak nitelendirilebilir mi? İşte soru bu. Düzenle dalga geçer gibi sanki, ama ben gene de emin olamıyorum haliyle hayalimden. Ben nasıl emin olayım ki? Kimim ki ben? Hem sonra ne fark eder ki? İşte bu yüzden Deniz’i salıverdim. İstediği gibi konuşma özgürlüğü tanıyorum ona, istediği gibi düşünme alanı. Deli gibi koştursun sahil boyunca. Eğer beni rahatsız ederse demek ki o haklı. Yani demek ki evet, ben de haklıyım o haklıysa; düzen dışı teori pratik olarak nitelendirilebilir ve bu da…benim için bir tehdittir. Mesela geçen gün Deniz niyetinin ne olduğunu masamın üzerine bıraktığı şu yazıyla ifade etti: 

Hikmet Dino Fikri

Ne çizdin Abidin?

Ağaç resmi çizdim Nazım.

Dallarını güzel çizmişsin Abidin.

Ağaçları severim Nazım.

Peki, bana, mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?

Mutluluk üç boyutludur Nazım. Sen bana şiirle mutluluğu anlat, sana resmini çizeyim.

***

Mutsuzum Abidin.

Ben de Nazım.

Neden bu kadar mutsuzuz Abidin.

Komiğiz de ondan Nazım.

***

Dersini aldın değil mi Nazım?

Ben dersimi aldım ama sen şiiri hala yazmamışsın Abidin.

Şimdi bitiriyorum Nazım.

Bekliyorum Abidin.

***

Bekledin ama değdi Nazım.

Hani? Bu mu mutluluk?

Budur Nazım.

Bu ne biçim mutluluk Abidin?

Bu iki boyutlu bir Mutluluk resmidir Nazım.

***

Olmamış Abidin, mutluluğun resmini çizememişsin.

Ama bakıyorum bu arada sen insanların okuyunca mutluluktan ölebileceği şiirler yazmışsın Nazım!

Şiirlerim bu yüzden mi yasaklandı dersin Abidin?

Bişey demiyorum, dur bari çizeyim Nazım.

***

Şimdi ben senin mutluluk resminin şiirini yazsam ve onları yan yana koysak, belki bir yerlere gelebilirdik Abidin.

Belki Nazım; yarım boyut kalırdı mutluluğa…

***

Abidin?

Efendim Nazım.

İnşallah mutluluğu görürsün rüyanda.

İnşallah Nazım.

İyi geceler Abidin.

İyi geceler Nazım.

***

Günaydın Nazım.

Günaydın Abidin.

Rüyamda mutluluğun resmini gördüm Nazım?

Nasıldı? Çizebilir misin Abidin?

Üç boyutluydu Nazım. Çizemem.

Sen boyut olarak değil de renk olarak görmeye çalışsan mutluluğu, belki çizebilirdin resmini Abidin.

Belki Nazım. Sen de belki kelimeler şeklinde görsen mutluluğu, şiirini yazabilirdin.

Belki Abidin. Belki o zaman mutlu olabilirdik.

Çizebilirdim resmini mutluluğun…

Yazabilirdim şiirini…

Mutlu olurduk…

Belki…

Anlıyorum aslında Deniz’i. Yazdığı bu yazıyı okuduktan sonra, içimden, “keşke bunlar da konuşulsaydı, belki o zaman mutlu olabilirdik” dedim. Anlıyorum Denizi. Anlıyorum ama anlayacak o kadar çok şey var ki, boğuluyorum içinde…

“Uyumsuzuz!”

“Bu en doğrusu”

“Farkımız olmadığı halde uyumsuzuz”

“…..”

Seni düşünüyorum. Ben senin beni gerçeğe dönüştürdüğünü, beni, işte gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Sense benim seni sevmeme izin vermiyorsun, bile bile sadece aşk olduğunu hayatı yaşamaya da ölmeye de değer kılan tek şeyin. Ve sen benim seni sevmemden korkuyorsun ve sen bile korkuyorsan benim seni sevmemden… aşktan şüphe duymaya ve gerçekleşememeye mi mahkûmum ben?

“Sen beni düşünmüyorsun.”

“Baksana tatlı tatlı gülümsüyorum sana. Seni düşünmüyorsam seni düşünmem gerekmediği içindir.”

“Her lafın yalan, her baktığında yüzünde o acı dolu gülümseyişi görüyorum ve senin için ve benim için artık çok geç olduğunu fark ediyorum. Ayrılmamız için çok geç olduğunu…”

“Ya sen, ya da ben ötekini öldüreceğiz bir gün nasıl olsa.”

“Her gün, her gece aynı muhabbet.”

“Ben seni sen akşamları uyurken bile özlüyorum ama.”

“Sen de benim uyuduğum saatlerde uyu o zaman.”

“Biliyorsun ki ben gündüzleri uyanık kalmaya dayanamıyorum, ayriyeten geceden başkası yardım etmiyor bana üretimlerimde.”

“Ürettiğin bir şey olsa yüreğim yanmayacak.”

“Olacak. Şimdi bekliyor. Olacak. Bekliyor.”

“Bence hep bekliyor olacak.”

“Gecenin rahatlatıcı bir etkisi olduğuna…”

“Ne?”

“Siktiret.”

Kanlar akıyordu Deniz’in her yerinden. Gel cenneti gör diyordu sanki bakışı. Delirdin mi sen Deniz? Sinek gibisin, sinek gibi ezilmişsin kendi beyninin altında. Ağzından çıkan kanlarda beni de boğmaya kalkıştı Deniz. Gel diyordu, gel, tek istediği benim de gitmemdi, gitmedim.

Elini tuttum sonra, bana da bulaştırdı, ikimiz de durmaksızın kanıyorduk. Ben beyin boşluğuma düştüm, o beyninin kenarından evrene el salladı. Gel diyordu, gel, gittim. Ağladım, güldüm ve gittik. Anlamlıydı kelimeler. Gitmeden önce böceklerin, arıların, sineklerin, fillerin, balıkların, kuşların ve yılanların, düşerlerse çıkabilmeleri için, lavabo, banyo ve tuvaletlere tuvalet kâğıtlarından yolcuklar yaptık. Çünkü lavabo, banyo ve tuvalet yüzeyleri kaygan olur ve içeriye düşen veya kendi isteğiyle giren bu hayvancıklar dışarıya çıkamaz. Çıkmak için uğraşırken yorgun düşer ve uykuya dalar, ölür. Bunu önlemenin en kolay yolu, tuvalet kâğıtlarını banyo, tuvalet ve lavaboların içine, onların dışarı çıkabilecekleri şekilde yerleştirmektir. Tuvalet kâğıdı bile hayat kurtarabiliyor bazen diye düşünmeyi ihmal etmedik.

(Bu hayat, ah bu hayat ne de çabuk değişiyor mümkün mertebe ve mümkün olan her yönde. Gözlerimi açtığımda göremediğim şeyler ihtiva ediyor bu hayat ve sanki ben bunu daha önce de düşünmüş gibiyim. Beni uyarın, baş etmek imkânsız bununla, ne yaptığımı bilmiyorum ben).

Tamamen net her şey. Nasıl ki gözler açılınca körleşirse beynin gözleri…

Bundan sonra kaderimizi tayin yetkisi beyinlerimizde değildi artık. Kanayan beyinlerimizle ve içimize akan gözyaşlarımızla uygarlığın çöplüğüne doğru arzu sellerinde boğulmaya yazgılı ve karaya koşan kertenkeleler misali ilerliyorduk… Deniz ve Ben.

Terlerimizin ve spermlerimle kanının buluşma noktasının gizini aradığımızı bilmeksizin ilerliyorduk. OLAMAZDI!!! MANTIKLI GÖRÜNEN TEK BİR ŞEY… En tatlı ruhi bunalımlar ve en tatlı ve en tatlı erişim ağları ve hayaletlerini kusan bir gemi misali yeni bir Nuhgemisi misali en tatlı ruh dökükleri ve… Kırık dökük bir ruhu bırakıp kırık dökük bir yaşamla geri geldim ben.

“Ben sanıyordum ki bu eşşekler…”

“Sana saygı duymuyorum.”

Beni nasıl da öyle çırılçıplak bırakıp gitti ama… Deniz bu düşünceyle yaşayacaktı ölümü uzunca bir süre ve pek çok iyilik meleğini kendine esir edip insanlığı rezil edecekti, ta ki yırtılan gökyüzünden mavi benekli sarı bir canavar gelsin de kurtarsın yanılsamaları bilincin hâkimiyetinden…

O hissediyordu ve ben onun hislerini düşünce sanıyordum. Nerdeydik biz yoksa neresi bizdeydi mi? Deniiiiz. Denizdeydik ve maviştik.

Radyoyu aç.”

“Başım ağrıyor.”

“Radyoyu aç.”

“Başım ağrıyor” 

Medyaya sakın ola inanayım demeyin. Onlar yarattıkları yapay gerçeklikle insanların kafa yapısını şekillendirerek iğrenç bir geleceğin temellerini atarlar genellikle. Biz asla düzene karşı gelmedik. Ve ben kendimi asla kaybetmek istemedim ve siz asla bizi anlamak istemediniz. Biz sadece sizin bizim kim olduğumuzu bilmenizi istedik. Şan istedik şöhret istedik her şey filmlerdeki gibi olsun istedik sadece hayatta olduğumuzu bilmek ve bilmenizi istedik ki biz de varız; tıpkı filmler gibi.

Cenazede ağlamayacağıma söz vermiştim kendime! Bunun saçma olduğunu bilmiyordum. Bilmek istemiyorum, anlamanızı da beklemiyorum. Sadece onun kim olduğunu bilin yeter. Her şey paramparça, kırık, dökük, hayatlar, ruhlar. Yeşil bir kahve gibi sanki. Kendi içimi görmem kendimi ve onu, yani ikimizi beraber, bizi,  onun ölümünün loş ışığı altında yeniden yaşamamla gerçekleşti. Ben gerçekleştim. Şimdi artık tamamen ve kuşkusuz mekânsız ve uzamsız yalnızım.

“Seninle uyumak için onca yol teptim ben.”

“Boş sokaklar gibisin.”

“Nedir bu? Bir şarkı mı?”

“Gerçek.”

“Keşke uçmasaydın.”

“Yatalım mı?”

“Uyuyalım.”

“Resmimize son şeklini verelim.”

Deniz iskemleye oturdu ve hemen uyudu. Zamansız ve uzamsız bir düşü bir tek o gördü. İki gemi denizde bir yere gidiyordu. Gemiler battı, Deniz kalktı, resmi bitirdi. Portre karikatürünü… Karikatür portresini…bitirdi. İronik bir rastlantıydı hayat eğreti bir monolog.

“Bu muydu hayat?”

“Buydu.”

“Peki öyleyse, bir daha.”

Eşşekler anırır Aİ Aİ.

“Hapşuu!”

“Çok yaşa.”

“Böyle bitecekseydi neden başladı ki?”

“Belki de hayatı taklit etmiştir.”

“Hapşuu!”

“…….”

Dünya sürekli değişiyorken, neydi ki gerçek aşk? Kırık dökük bir ruhtu onlarınki. 

“Burnumu çizmeyi unutmuşsun. Kulaklarımı da yanlış yere çizdin.”

“Durağanlık yoksa bütünlük hiç olmadı diye düşünmüşümdür belki de senin yerine.”

“Çok yaşa.”

“Hapşuuu!”

“Tesadüf işte.”

Solda bir tabela yoktur: Dikkat Eşşek Çıkabilir.

“Cenazenin kaldırılmasındaki yardımlarınız için teşekkür ederim.”

“Bir şey değil efendim. Kırık dökük bir tabuttu onunki”

“Sizce hayvanlar mı doğru söyler, insanlar mı?”

“Hayvanlar söyleyemez ki!”

“Doğru.”

Tüm bu gördüklerim tabutumda gördüğüm düşler olamazdı elbet. Tüm bu olanlar ya soyları ikibinoniki yılında tükenecek kaplanların, ya da soyları zaten tükenmiş olan dinozorların kâbuslarıydı olsa olsa yoksa aşk ne demeye örtsündü ki üstümü bir tabutun kapağı misali yapacak başka işi olsaydı insanlığın tükenmekten başka… Tuvalet kâğıtları bile yetmiyordu. Yoktu hiç çıkış yolu. Şu körakıl ölükuşlar kusmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kırık dökük bir tabuttu hayat.

“E aşkolsundu be hayat!”