Ölü…Yorum Londra

Ölüyorum, çünkü özlüyorum. En çok kime öl dersiniz? En çok özlediğinize? Artık özlememek için?

Kapalı kapılar ardında kalmış, oldukça donuk sorular bunlar ve Londra’nın böylesine soğuk ve her zaman olduğu gibi yağmurlu bir gecesi için de oldukça gereksiz. Böyle saçma sapan sorulara yanıt aramaktan daha önemli işlerim var benim yapacak.

“Ciğerlerimde bişey var benim.”

“Ciğerlerinde bişey yokdur, kafada bişey var senin.”

Yağmur ve soğuk pek etkilemez beni ama gene de işte daha önemli işler söz konusu. Her sabah kalkarım. Zorla kalkarım her sabah. Sonra, zaten herkes zorla kalkar her sabah diye teselli bulurum kendim için başkalarında. Beni buraya getiren sebepler var tabii, yok değil yani. Güya altı yıl önce hem biraz çalışıp para kazanmaya, hem de bir iki ay tatil yapmaya gelmiştim buraya; geliş o geliş; hala daha “tatil” yapıyorum. Gideyim buralardan diyorum, olmuyor. Nereye gideceğim ki? İyi ki Linda var. Linda da olmasaydı nasıl katlanırdım tüm bu ruhsal ve fiziksel acılara. Ne acı bir gerçek bu, ama işte Londra’nın da tek alternatifi; Linda’yı bir uyuşturucu gibi kullanmak; acıları dindirmesi için. Alternatif sıfır. Tolerans had safhada…

Rambo, evet Rambo’yum ben burda. Asıl adım, ki onu neredeyse unutacağım, Osman; ama sağolsun sevgili ustam Rambo der bana. “Rambo hade abim git iki okga maşrumcuk, üçer okga da bomilargacığnan badadezcik al da “busy” olacayık birazsora”. Giderim, alırım, gelirim. Hiç ikiletmem; hatta birer okka da fazladan alırım belki daha “busy oluruk” biraz sonra diye. Adım Osman ama işte aslında Rambo… Giderim, alırım, gelirim.

Yolda hiç horoza rastlamam. Sadece “rastamannar” ve “ganjamannar” görürüm. Hep mutlu, hep neşelidir bu “rastamannar” ama hiç horoz yoktur işte Brixton’da ve hep gidip beykıncık, maşrumcuk, domadezcik, badadezcik alırım ben Brixton Market’ten. Hiç acele etmem, sola bakarım sağa bakarım. Elimde bira, sakin sakin yürürüm. İki saat geride kalmıştır, saat 9:00’dır ve önümde on saat daha vardır bulaşık yıkayarak, badadez soyarak, İngilizi, Jamaikalıyı, İtalyanı şunu, bunu besleyerek geçirilecek, grillin önünde, ayakta ve/fakat işte hiç horoz yoktur Brixton’da ve ben her sabah biyolojik saatimin yardımıyla göz açarım Brixton’a; o ölesiye kara, ücra, Güney Londra çöplüğüne. Karnım toktur ama saatim yoktur; tavan arasındaki odamdan Paris trenlerini seyrederim. Penceremden bir kilise görünür; saatin kaç olduğunu oradan öğrenirim. Saat yediye on var; yedide işimin başındayım. Sağolsun kilisenin saati.

“Nerdesin be, kaç saatda alın ama iki okga şeyi. Geç hade soy hem doğra genneri da öylen oluyor, gelecek müşderiler”.

“Tamam tuvalete gideyim iki tayka da soyar hem doğrarım”.

“Ne tuvaleti be gene? Bütün gün hiç çıkman o tuvaletten. Sıçasın diye öderik seni? Hem sıçma acıkmayasın da hep cepden gider”.

“Sıçacak değilim babi”.

“Ya napacan? Otuzbir çekecen? Gene gördün tabii garıları, gancıkları yolda sokakda..”

“İşeycem”.

“Hade hade işe da soy artık o badadezleri, hep dil oldun gene”.

England_London_EdgwareRoad2

Böyle bir konverzasyondan sonra aşağıya inip, gülmekten doruk noktasına ulaşan, dayanılmaz bir acıya dönüşen işenmişlik hissimi ortadan kaldırma eylemine girişirim. Yukarıdan bir ses: “Rambo, gelirkan iki balık hem half-pounderinan bizelye da getir yukarı. Annadımın be? O yarım okgalıklardan.” Gülsem mi ağlasam mı diye düşünmeye fırsat bulamadan, karın ağrılarıma karın ağrıları katan, kasıntı boyutunda ölümcül ikinci bir gülme krizine girerim. Zaten ağlamak kime, ne getirdi ki bu zamana kadar? Madem ki başka şansım yok o zaman yapılması gereken şey zevk almak tarzı bir düşünce, aklımdaki düşüncenin sadece bir kısmıdır ve yağmur hala daha yağmaktadır. Yağsın. Daha çok yağsın. Zaten bizi pek etkilemez yağmur çünkü günün on iki saati dam altındayızdır biz. Grillin önünde, bangonun arkasında. Gecelerse malum; hal mi kalır sokağa çıkıp gezmeye?

England_London_FishAndChips

“Tu kops of ti, van kop of kofi. No şugar in nan”

“Çirz meyt, pliz hev e sit, its redi in e minit”.

“Getirdin be?”

“Getirdim”

“Ha sor bakayım nesder o araplar”. Giderim, sorarım, gelirim. “Nesdellermiş?”

“Söylemişler”

“Çekdiler da geldiler galiba gene. Neyisa bırak genneri. O gancık nesder oraşda? Git bak bakayım genne”

“Hangisi?”

“Aha o ki şimdi geldi re”

“Ha, gardaşımdır babi o. Ziyarete geldi beni Kıprısdan”

“Hınk. Amman anam. Sori be abim, bilmezdim”

“Yok yahu bişey deyil”.

“Ver genne nesdersa da bendendir”

England_London_EdgwareRoad1

Görüldüğü üzere ustamla çok iyi anlaşırız. Günlerimiz öyle güle oynaya, yarı şaka yarı ciddi geçer gider. Yaşıyor muyuz ölmekte miyiz hiç önemi yoktur. Önemli olan hiçbir şey kalmamıştır ki zaten artık; hepsini alıp götürmüşlerdir bizden. Bazen iki paralık insanlar yaptığımız yemeği beğenmez; söver, sayar, aşağılar. “Fuckin’ foreigners”; böyle der bize “asil İngiliz”. Hiç utanmayız, hiç utanma yoktur bizde, çünkü biliriz ki konumumuzun sorumlusu, hatta belki de suçlusu biz değiliz, başkalarıdır. “Bizi buralara düşürenler, bizi kendi memleketimizden edenler utansın” deyip geçeriz, geçer gideriz.

İki üç yılda bir tatile gidecek olsak bin pişman. Memleket elden gitmiş; artık orda yabancı, burda yabancı. Yalnız bir farkla; burada “fuckin’ foreigners” orda “ Londuralılar”. Nereye gidelim? Neresi bizim evimiz? Bilinmiyor.

Bir gün benim usta, dükkânın otuz yıllık müşterisi, her gün hiç aksatmadan gelen ve genelde maşrumcuğu, domadezciği, badadezciği, sütcüğü alıp da gelen eski Lefkoşa’lı Nigo’ya şöyle demişti:

“Kıprıs’a gidiyom Nigo, iki hafdalığına tatile. Bişey isden? Ne getireyim saa, gonyacık monyacık?”

“Bişey isdemem oğlum. Yannız Bandabulya’da Amet Dayın varıdı; git bir bak genne bakayım daha yaşarsa da getir ba bir resmini zere esgiden yanyanaydı bizim dükyannar Bandabulya’da. Hem versin sa pulyacık getiresin da canım çekdi çok. Ma bak bura, de ge ki ben yolladım se da zere huysuzdur pezevek”.

Ustam tatile gitti, geldi. Gitmez olaydım deyerek geldi. Gitmezden bir gün evvelki çocuksu heyecanının yerini nefretle karışık bir hüzün almıştı. Anlattı anlattı bitiremedi. Memleketin durumunu öyle bir anlattı ki, duygularımın ölmediğini, hala da insan kalabildiğimi anladım. Bana yurt sevgisini ve insan olmayı anlattı. Bana beni anlattı ve beni ağlattı. Ama benden daha çok ağlattığı birisi vardı; kan ağlattığı… Gözyaşındaki kanın etten akan kandan daha kan olduğunu bilen birisi…

“Hoş geldin oğlum”.

“Yasu Nigo, bos bais?”

“Napalım oğlum aha, sen napan? Noldu buldun Amet Dayını?”

“Buldum Nigo, buldum da bulmaz olaydım”.

“Noldu re, vermedi sa pulyacık?”

“Amet Dayı bildiğin Amet Dayı deyil artık Nigo. Amet Dayı yokdur artık. Çok hasdadır Amet Dayı; tumarhanaya kapatdılar geni, çok fenadır durumu, insan gılığından çıkmış dedi oğlu. Oğlu bakar artık dükyana, ma pulya mulya satmaz. Ne pulyacık galdı artık ne da bok. Senin dükyanı da bir Türkiyalıya verdiler. Bandabulya esgi Bandabulya deyil artık. Arasda’ya gidelim dedik gitmişkan bircez çif potin alalım bizim çocuklara, in cin top oynar. Galmadı Nigo artık onda bize göre bişey. Allah yaksın beni gitdikden birafda sora canatardım geleyim geri. Sinir hasdası oluyordum onun içinde. Tatile gitdik güya; yok garının akrabalarnı ziyaret, yok bizimkileri, yok ora, yok bura. Yannız paramızı seveller Nigo onda, yok bizi. Bilmezler o şu her gün oniki saat eşşek gibi işlerik bu bokun içinde da gazanırık guduzu, bilmezler ki vakıt bile bulmayık harcaylım da onun için birikir para, beytambal galsın. Annadım şimdi neçin gitmen kaç sene var Kıprıs’a. Onda bundakından daha yabancı hisseden çünkü gendini. Annadım neçin her gün giden o Brixton Hill Park’dakı ya o Kılapam (Clapham)’ dakı efgaliptoların altındakı gannepbaya oturun da bakının sağa sola bişey göresin. Memleketini geri isden sen Nigo. Amet Dayıyı geri isden sen , ama Amet dayım yokdur artık Nigo, gitdi Nigo Amet dayı, götürdüler geni Nigo. Amet Dayıyı isden sen oturasınız baraber o efgalipdoların altındakı gannepbaya da gonuşasınız, bilirdin ki delirdi Amet Dayı ha Nigo? Deyil Nigo? Ma inanmazdın, inanamazdın Nigo, isdemezdin inanasın. Al, aha getirdim saa Amet Dayı’nın tumarhanada çekilmiş resimlerni.”

Nigo tek bir laf etmedi. Dudakları titredi. Gözünden bir damla yaş aktı. Yürüdü, gitti; bir daha da gelmedi.

Nigo, benim ustanın kaynatasının en yakın dostuydu. Ustamın kaynatası öldükten sonra Nigo dükkâna gelmeyi kesmemişti. Hiç bir şey değişmemişçesine her gün aynı saate gelip, aynı saate gitmişti; ama artık Nigo da yoktu. O da gitmişti. O da kopmuştu. Neydi benim adım? Hatırlayamıyordum ki. Neydi Allah kahretsin, Osman mıydı? Ümit miydi? Ozan mıydı? Neydi?

pipebaby

Kopmuştum, kopmuştuk, kopuyorduk, kopuyorum. Londra bizi koparıyordu; koparıyorlar bizi Kıbrıs’tan türünde düşüncelerle çaresizce boğuşurken ben, Thames bütün pisliğiyle, ölü bir dinginliği taklit edercesine, gelişmenin çöplüğü, uygarlığın tüm artıkları, teknolojinin leşleri arasında sonsuz uykuya yatan duygularımızı içine katıp, sessiz sessiz akmaktaydı. Yağmur yağıyordu. Hava serindi hatta soğuktu. Aşıklar Thames’in kenarında huzur ve şuh içerisinde birbirlerini öpüp kokluyorlardı. Yanımdan bir bisikletli geçti; Maykıl Caksın’ın “Thriller” adlı şarkısını haykırıyor, aşıkları tedirgin ediyordu. Artık sonuna geldiğim gannavlı sigaramı tam Thames’e savuracaktım ki, yanından geçmekte olduğum yaşlı İngiliz dilenci: “Sigaranı Thames’e atma, ver ben öldüreyim onu” dedi. Verdim. Big Ben üç kere vurdu, ona baktım durdu. Thames’e baktım akmıyordu. Thames de durmuştu. Yaşlı İngiliz hareketsizdi, her şey durmuştu, sanki Londra donmuştu. Yeryüzünün pusuda yatan ölümüydü sanki o akşam Londra ve ben horozların üürrüüüü’süne uyanmayı çok özlemiştim, özlemiştim, özlüyorum, ölü…

Thames-Embankment-London