Mektuplaşanlar

 Sevgili Psikiatristim,

Uzun bir yolda yürümek mi, yoksa yolu sırtına alıp her şeyi, tüm olasılıkları ve tüm olanaksızlıkları silmek mi irade sahibi olmak? Bu soru aklıma takılalıberidir uyuyamaz oldum. Uyumsuz da oldum üstelik. Sonu olduğu bilinen bir yolda yürümek ve işte bunu bir amaç edinmek. Amaç sona varmak mı, yoksa yolda yürümek mi? Aziz dostum Takamura Kootaro, “Benim önümde yol yok. Ben yürüdükçe arkamda yol oluşuyor” dememiş miydi? Nerde görülmüş sorulara sorularla yanıt bulunabileceği? Görülmüş işte; Doğru soruyu bilmiyoruz ki bulalım doğru cevabı. Hep sorular soruyor ve bu sorulara hep yenilerini ekliyoruz. Peki bulsak ne olacak yanıtı? Hiç. Sırtına almak yolu ve öyle durmak. Yol olmazsa yürünmez ya…

Yürünür aslında. Yolsuz da yürünür. Yolsuzluk kimilerinin mesleğidir hatta. Yol olmadığı halde yürürler onlar.

Umutsuzluğa kapılmak istemiyorum. Beni naklettikleri bu yeni açık hava tımarhanesi gerçekten çok güzel. Ve üstelik Carlo Cotarelli de her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Burada çok mutluyum sevgili psikiatristim. Burası yazan, üreten, bütün gün okuyan filozoflarla ve sanatçılarla dolu. Bütün günümü kütüphanede geçiriyorum. Oradaki insanlarla iletişim kurmaktan çekiniyorum ama çünkü onlar her zaman meşgul ve ben de onları rahatsız etmek istemiyorum, bazen de yemek yemek istemiyorum.

Dün bir örümcekle konuştum sevgili psikiatristim ben aslında bir artistim. Örümcek bana dedi ki: “Buradan kaçmanın yolunu biliyorum ben. Eğer kaçmak istersen tarif edebilirim sana.”

Ama ben kaçmak istemiyordum sevgili psikiatristim ve bu yüzden de ona şöyle dedim: “Neden kaçayım ki buradan? Burada her şey istediğim gibi. Bu ülkeyi seviyorum ben. Etrafta yazan, çizen okuyan insanları gördükçe kendimi bir rüyadaymış gibi hissediyorum. Onlar farkında olmasalar da bu ülke dünyanın en güzel ülkesi.”

Örümcek: “Sen delisin!” dedi ve gitti.

Benim bir deli olduğumu nereden anlamıştı acaba?

Sevgili Psikiatristim,

Bu gün sana çok önemli bir haberim var. Sabahleyin yolda yürürken yerde bir felsefe dergisi buldum. Adı şeydi sanırım, hah, SEDATİF ya da PROSPEKTÜS, öyle bir şeyler işte; hangisinin derginin adı olduğunu tam anlayamadım. Geçen gün de VALIUM adında bir edebiyat dergisi bulmuştum yemekhanede. Her neyse bu sabah bulduğum felsefe dergisinde ne yazıyordu biliyor musun? Yazıyordu ki, “yemeklerden sonra günde bir, duruma göre iki tablet”. Bu ne demek şimdi? Ben bunu şöyle yorumladım sevgili psikiatristim: Yemeklerden sonra gün bir gelirse, duruma göre iki tablet. Yani sanırım demek isteniyor ki eğer bir gün yemek stoklarımız tükenirse tablet şeklindeki bir maddeden günde iki adet yiyerek besleneceğiz. Gelecekte bu olacak yani sevgili psikiatristim… Yemek stoklarımız tükenecek ve biz de tabletlerle besleneceğiz.

Ah! Ne güzel bir ülke burası, insan her gün yeni şeyler öğreniyor. Felsefeyle, edebiyatla, sanatla iç içe bir yaşam. Adeta içi çilekli bu yaşamın.

Ama size sormak istiyorum sevgili psikiatristim; O örümcek benim bir deli olduğumu nereden anladı?

Sevgili Psikiatristim,

 Dün çok sevdiğim bir arkadaşım bana gelip yazdığı şiiri gösterdi ve elma kurtlarının sosyal yaşamı üzerine yazmakta olduğu kitabından bahsetti. Elma kurtlarının çok sosyal yaratıklar olduğunu ve onların dinine göre her hafta sonu birinin elmasında buluşup elma çayı içmek zorunda olduklarını biliyor muydunuz sevgili psikiatristim?

Herneyse, şimdi ben size bu arkadaşımın yazdığı şiiri okuyacağım sevgili psikiatristim:

“Öldürecekler beni! Öldürecekler beni!

Elmalarındaki kurdu öldürdüm diye öldürecekler beni.

Dünyanın bütün elma kurtlarını toplayıp üstüme salacaklar.

Elma kurtları beni yiyecek bitirecek. Bütün elmalara ölüm…

Beni öldürecekler! Beni öldür!”

Nasıl sevgili psikiatristim, beğendiniz mi dostum Pavlov’un şiirini?

O örümcek meselesiyle ilgili yanıtınızı da bekliyorum hala… Gittikçe kafamı bozuyor o örümcek meselesi. Nerden bilebilir ki benim deli olduğumu? Kim söyledi acaba ona? Bana cenneti ne zaman göstereceksiniz sevgili psikiatristim? 

Mektuplaşanlar-2

Sevgili John Donne,

Ne kadar doğru bir laf etmişsin “her şey paramparça, tutarlılığın emaresi bile yok” demekle. Evet sevgili Con(sana kısaca Con diyebilirim herhalde, öyle değil mi sevgili Con?) seninle ilk konuşmamızla son konuşmamız arasındaki konuşmalardan birinde etmiştin bu lafı. O zamanlar oldukça doğru gelmişti bana bu laf, hala daha da öyle geliyor zaten. Ne var ki, geçen gün filozof arkadaşlarımdan biri bana senin bu dünyaca ünlü lafının aslında düşünülmeden söylenmiş bir laf olduğunu, zira her şeyin son derece tutarlı ve hatta durağanlık izlenimi verecek derecede bir bütünlük teşkil ettiğini söyledi. Bilemiyorum sevgili Con, yani mesela bu aralar kafamdaki düşünceler o kadar parça parça ki, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemiyorum. Üstelik siyasi yaşamım da altüst olmuş vaziyette. Biliyorsun son seçimlerde “hayali ihracatçı” ve “beyaz kadın ticaretiyle uğraşan kimse” olduğumu ortaya çıkarıp beni yemişlerdi. Karım bile oy vermemişti bana. Oysa seninle ben ne kadar da umutluyduk gençken, öyle değil mi sevgili Con?

Eğer bugün hala daha hayattaysam bu senin sayendedir sevgili Con. Bana asıl işimin politikacılık değil ruh doktorluğu olduğunu hep sen hatırlattın. Bana yazdığın o “Sevgili Psikiatristim”le başlayan mektuplar inan ki benim için sandığından çok daha önemli ve sandığından çok daha büyük birer mutluluk kaynağıydılar. Seninle aramızdaki ilişki, gittikçe bir hasta doktor ilişkisinden çok, bir arkadaşlık ilişkisine dönüşmüştü. Zaten öyle olmasaydı ben hastaneden ayrılıp politikaya atıldıktan sonra yazışmaya devam eder miydik hiç?

Unutmadan söyleyeyim, bu aralar hayatımda bir kadın var sevgili Con. Senin kadınları sevmediğini biliyorum ama bunu görsen eminim sen de severdin. Nasıl ki sen diye tabir ettiğin o yerde mutlusun, ben de işte belki de en az senin kadar ve dünyanın bütün yürüyüşleri ve uzayabildiği kadar uzayan yolları kadar seviyorum onu ve o kadar mutluyum. Sana cenneti ben gösteremem sevgili Con. Ben kendi cennetimi kendim yaratırım, sen de kendin yaratacaksın kendi cennetini. Benim en ufak bir müdahalem cehenneme çevirir en derin cenneti bile… Zira bir başka dünyayım ben ve nedense hiç kucaklaşamaz farklı dünyalar.

Dostun Takamuro’nun, önünde yol olmadığını, o yürüdükçe yolun arkasında oluştuğunu söylemesinden daha öteye söz yok sanırım özgürlüğün ne mene bir şey olduğu üzerine söylenebilecek. Önümde bir yol göremiyorum artık. Yoksa, yoksa sevgili Con, gerçekten de umudun tükendiği yerde mi başlar asıl yürüyüş?  Asıl o zaman mı gerçekten irade sahibi oluruz? Ancak önümüzde bir yol olmazsa mı çizebiliriz yürüyeceğimiz yolu?

Evet sevgili Con, kendi yazgımızı yazmanın tek yolu öncelikle bizim yürümemiz için çizilmiş olduğu iddia edilen yolları silmektir yeryüzünden. Umut tükenmeden ne ümit edebilmenin değerini anlayabiliriz, ne de kendimiz olmayı başarabiliriz.

Paramparça etmişler insanların hayatlarını. Çizilen yolun dışında yürümek yasak. Bir adım, bir adım daha ama hep ince bir ayarla önceden belirlenmiş nereye basacağımız. “Yolun biraz dışına çıkarsan, dünyadan düşersin!” iddia bu, tehdit bu! Ama ben dünyadan düşmeyi yeğlerim dünyada düşkün bir yaratık olarak yaşamaktansa… Öyle dünyaya fırlatılmış bir yaratık olmak istemiyorum ben. Kendi ayaklarım üzerinde durmak ve attığım her adımın sorumlusu olmak istiyorum.  Yürüyüşümün benim kontrolüm altında olmasını istiyorum. Gözlerim kapalıyken özgür olmak değil benim istediğim; gözlerim açıkken ve önümü görebildiğim halde özgür olmak istiyorum ben. Ben yürüyüşüme bindiğimde kendi istediğim yönde ilerlemek arzusundayım sevgili Con.

Dostun Takamuro Kootaro da öyleydi, sen de öylesin değil mi sevgili Con?!

 

Mektuplaşanlar-3 

Sevgili Psikiatristim,

Dün akşam bir aşk daha yenildi hayata; bir dünya daha yıkıldı. Derslerde neyi öğretmeye çalışıyorlardı bizlere? İki nokta arsındaki en kısa mesafenin düz bir çizgi olduğunu mu? Yoksa bir üçgenin üç kenarı olduğunu mu? Sonucun nedenden önce gelemeyeceğini mi yoksa? Yoksa ışığın suya girerken kaç derecelik bir açıyla kırıldığını mı? Peki neden bize üç nokta arasındaki en kısa mesafenin bir üçgen olabileceğini düşünmeyi öğretmediler hiç?

Olasılıklardan korkmamakta fayda var. Neden bizim prizmanın odak noktasının, o tam merkezdeki noktanın önemi üzerine düşünmemize izin vermiyorlar? Ne sakıncası olabilir ki bunun? Derinliklere dalmamızdan korkuyorlar da ondan. Bir örümcek ağı gibidir kitle; her an dağılabilir. Ama dağılmazsa da çok sağlam bir ağdır, sinekleri o tutar. Devlet, işte bu ağdan çıkan bir örümcektir. O ağın yakaladığı sineklerle beslenir devlet. Yakalamayın bakalım sinek minek, kalır mı örümcek mörümcek. Sizsiniz devleti de devletin iktidarını da besleyen. Prizma gibidir işte bu sistem. Ağa benzer prizma. Nasıl ki ağ dağılırsa örümcek ölür, işte prizma da dağılırsa özünü kaybeder ve odak noktası yok olur.

Sayenizde bir aşk daha yenildi dünyaya, ben bir adım gerideydim hep, bir dünya daha dayadı başını hayatın omzuna, bir hayat daha yıkıldı dünyanın aşkına…

Sessizlikten bile öğrenilecek çok şey vardır sevgili psikiatristim. Duymak suretiyle algılamak, anlamak, kulaklarla düşünmek veya düşüncenin kulak yoluyla gerçekleşmesi, yaşadığının ne olduğunu anlamak; yokuş aşağı tırmanmanın tadına varmak; deforme olmak belki; belki aç kalmak; belki bir dünya da bu gece atacak hayatın ayaklarını omzuna. Belki sonra dünya misyonere yatacak. Belki de biz sadece tüm bunları bir anahtar deliğinden izleyen röntgenciler olacağız. Ama kimse bilmeyecek; bir tek o görecek. Bir tek o görecek çünkü o bizim içimizdeki odak noktası olacak ve biz sadece basit birer çizgi olacağız… Kırık bir prizmadan yayılan ışık huzmeleri olacağız… Ama birleştiğimiz bir yer mutlaka olacak; prizmanın tam ortası; kaynağımız…

Birer ışık huzmesi olduğunu düşünürsek insanların ve bu ışık huzmelerinin uzayda dağılarak ilerlediğini var sayarsak, birleşme noktalarının aslında çıkış noktalarından, yani kaynaklarından, köklerinden başka bir yer olamayacağını görürüz bu insanların. Birleşebilmek ve o özlenen bütünlüğü yaratabilmek için insanların özlerine dönmeleri gerekiyor yani. Kültürün önemi de işte bu noktada ortaya çıkıyor zaten. Gerek yerel, gerekse evrensel kültürün birleştiriciliği, kültür dediğimiz şeyin insanların özüne dayanıyor olmasından doğar. Her şeyi gören ve sorunları çözen de işte o ortak göz olacaktır; prizmanın odak noktası. Tek gözün görebildiği farklı vizyonlar. Tek gözün barındırdığı milyonlarca bakış açısı işte…

Oysa onlar derslerde neleri öğretmeye çalışıyorlardı bizlere? Bana sormayın; hiç hatırlamıyorum… Ben o günleri görmedim ama bu günleri görüyorum. Ben gene de size iki öneri sunayım: Üçgen mi olsun istersiniz hayatınız, prizma mı? Ben gene de teşekkür edeyim size: Siz bana daha öğreneceğiniz çok şey olduğunu öğrettiniz sevgili psikiatristim. Teşekkür ederim size.

Ürettiniz, beslediniz beni, ben bir sinektim ve şimdi devlet karşımda, kara bir örümcek ve beni yemeye geliyor.

Hayatla dünya aşkı da aralarına alıp prizmanın odağı oldular bu arada. Onların zevki de insanlık yeryüzünden tamamen silinince daha da kalkacak şaha ve dönüşecek bir hazza, bir başka prizmaya… Odağında aşkın, hayatın ve dünyanın çocukları…

İki nokta arasındaki düz çizgi aslında o iki nokta arasındaki en uzun mesafeymiş, zira o noktalar arasında gidip geliyormuşuz biz asırlardır ve bunun da bir anlamı yokmuş. Mühim olan o iki noktayı gerçekten anlamlı kılmak ve hayata kazandırabilmekmiş… Çizgi ne kadar eğri, mesafe ne kadar uzun olursa olsunmuş… Mühim olan anlamlı yaşamakmış.

Benim kazancım yenilgimdir, yenilgimse kazancım…

Zira ben yaşamımın iki nokta arasında gidip gelmekten ibaret olmasını değil, anlamlı bir yolculuk olmasını istiyorum. Ne dersin sevgili psikiatristim, haksız mıyım? Onlar sınıfı geçerse kazanan ben olmaz mıyım?!

Mektuplaşanlar-4

Sevgili Con,

“Cezasız kalmamalı hiç bir suç ve tedavi edilmeden bir köşeye atılmamalı hiç bir hasta” derdin sen hep. Senin demek istediğini anladığımı sanmıştım o zamanlar. Meğerse ne kadar da yanılmışım; işte şimdi de bunu anladım. Senin için hasta ile suçlunun aynı şey demek olduğunu sanmıştım ben. Ve senin hastalığını bir suç olarak gördüğünü düşünüyordum. Günlerce seni aslında hiç olmayan bir “kendini suçlu ve aşağılık hissetme” sorunundan kurtarma yönünde yürütmüştüm tedaviyi. Şimdi anlıyorum ki aslında sen tımarhaneye tıkılmanı bir ceza olarak görüyor ve bu cezanın da tedavi edilmek olduğunu düşünüyordun. Ah! Ne kadar da yanılmışım senin hakkında. Seni hasta olduğun için bir suçlu gibi görmek gafletine düştüğüm için kendimden utanıyorum şimdi. Asıl hastanın kim olduğunu biliyorum ama artık. Sen normal insanları gördükçe üzüntüden anormalleşiyordun ve ben senin üstüne geldikçe şiddetle kaçıyordun benden ve tedaviden. Çünkü sen biliyordun gerçek anormallerin kimler olduğunu…

Normalleştirme, tedavi etme adı altında o insanlardan insanlıklarını aldığımızı ve onları bu hale getirenin aslında sistemin birer kuklası olan bizler olduğunu biliyordun sen. Bu yüzden içeri atılmıştın zaten. Hapse atacaklardı seni, ama çıktığında daha da hırçınlaşacağını bildikleri için tımarhaneye attılar. Evet, ben de şimdi anlıyorum değişmesi gerekenin aslında insanları fark ettirmeden çıldırtan bu sistemin olduğunu.

Senin cezan tedavi edilmekti ve sen işte suçsuz olduğunu bildiğin için bu cezayı çekmeyi, tedavi edilmeyi şiddetle reddediyordun.

Sadece yapacak başka bir şeyin olmadığı için direnmiyordun sen sevgili Con. Bir insanlık suçunu cezalandırıyordun da aynı zamanda. Zamanda ve mekânda yalnızdın; bu dünyada yoktu adeta sana ait hiç bir şey… Ve ben sevgili Con son derece bencildim. Kıskanıyordum çünkü seni ve benden üstün olduğunu bildiğim için cezalandırıyordum seni. Sen bendin sevgili Con, ben de sen…

Unutmak istiyorum o günleri ve bunun için de kendimi iç dünyama hapsettim. Şimdi bir tek sen varsın iletişim halinde olduğum. Çünkü hissediyorum ki senin için de aynı şey geçerli. Zira sen bensin sevgili Con, ben de sen…

Uzaklara yürüyoruz biz aslında. Buradan çok uzaklara. Kendi gerçeklerimizi yaratıp, kendi gerçekliğimizde özgürce yaşayabileceğimiz bir uzama doğru yürüyoruz; yol yok ama önümüzde…Yürüyoruz biz arkamızda bir yol ve bir sürü ayak izi bırakarak; bu mektupları bırakarak…

Hangi dili konuştuğumuzu bir tek biz biliyoruz. Bir tek biz duyabiliyoruz çünkü gerçek hastaların çığlıklarını ve bir tek biz biliyoruz onların nasıl tedavi edileceğini… Evet sevgili Con, biz tedavi edebiliriz onları… Cezalandırarak değil ama, cezalandırmadan… Hastalıkları onların suçu değil çünkü… Hastalıkları insanlığın cezası. Hastalıkları insan olmanın ne demek olduğunu bilmeksizin insan olmaya çalışmak çünkü… Biz öğrendik mi peki insan olmanın ne demek olduğunu? İşte orası muamma. Boşver sevgili Con, ne dediğimi bilmiyorum ben. Öyle konuşuyorum işte. Ben de insanım neticede. Biliyorsun Tanrı kafa veriyor insanlara, ama o kafa orda öyle duruyor… Boşuna dememiş tabii ekselansları, “ortalık yerde tütün içenin tez kellesi vurula!” diye…

Biliyorsun ben Tanrı’ları pek severim sevgili Con, ama onlar da ölüyorlar…Arkalarında yarım kalmış suçlar ve cezalar bırakarak…

Çekilmez oldu bu hayat. Kendimi dine mi versem ne?!

Ben ne istediğimi bilmiyorum sevgili Con. Sanırım kimlik bunalımı kronikleşti bende. En ufak bir anlam zerreciği barındırmasa da istedikleri oldu. Umarım mutlu mutlu ölmektedirler şimdi o kemikleşmiş zihniyetler…Suçlarına suçlar ekleyerek ve cezalarını çekerek…Elma yemek suçtu, cezası dünyaya fırlatılmaktı. Biz dünyaya fırlatıldık, hala daha elma yiyoruz… Ama suç değil artık elma yemek; ceza…

Tanrı adına senden özür dilerim sevgili Con; suçun “normal” olmamakmış, cezansa insan olmak…

Tabii ben şimdi burada bunun ahlaki ve siyasal yanlarını tartışmıyorum. Kimim ki ben?!

Keşke kral olsaydım da ülkedeki bütün elma ağaçlarını kestirseydim. Bazı kellelerin yerlerinden edilmesi kuvvetle muhtemeldir sevgili psikiatristim.

Bundan böyle ben de sana psikiatristim diyebilir miyim sevgili Con?

Mektuplaşanlar-5

 Sevgili Psikiatristim,

Sen nereden bileceksin ki bana nelere mal olduğunu tedavi adı altında bana yaptıklarının. Tabii ben şimdi burada bunun ahlaki ve siyasal yanlarını tartışmıyorum. Kimim ki ben?!

Keşke kral olsaydım da ülkedeki bütün elma ağaçlarını kestirseydim. Bazı kellelerin yerlerinden edilmesi kuvvetle muhtemeldir sevgili psikiatristim.

Çıplak bir gerçeklik ve doğal bir güzellik insana pahalıya patlar ama değil mi? Güzelliği buldun mu bırakmayacaksın; sahiplenmeden ama… Bütün dünya benimdir sevgili psikiatristim, sahibi ben değilim ama…

Evet sevgili psikiatristim, sana katılıyorum; insan olmak insanların suçu değildi. İnsan olmak insanların cezasıydı. Yaşamakta olan her insan pişmandır aslında. Zira doğmuş olmaktır suç ve yaşıyor olmak da çekilen ceza… Bunu herkes bilir ve bu yüzden de doğduğuna pişmandır herkes. Hâlbuki ne güzel olurdu değil mi gerçeği kaldırabilecek güce sahip olsaydık; korkmasaydık gerçeklerden ve kendimize itiraf edebilseydik aslında asla özgür olmak istemediğimizi?

Hangi devirdeyiz şimdi biliyor musun sevgili psikiatristim? Herkesin maske takmakta olduğuna üzülme devrinde değil, maskenin ardındaki yüzün nasıl bir yüz olduğu üzerine kafa yorma devrinde değil, maskenin ardındaki yüzün aslında maskenin ta kendisi olduğunu anlamak zorunda olduğumuz ve maske yüzümüzden düştüğü anda yok edileceğimiz bir devirdeyiz. Bağırsaklarımızın görüntüsü çirkindir, ama tenimiz güzeldir ve tenimiz bağırsaklarımızın çirkinliğini saklar; öyle değil mi sevgili psikiatristim? Maskenin yüzü sakladığı değil, yüzün maskeyi, maskenin de yüzü şekillendirdiği gerçeğini kabullenme devrindeyiz, çünkü biliyorsun ki eğer bir maske yüze uymuyor ve oturmuyorsa düşer. Bir insan güzel bir maske takmaktadır belki, belki de çirkin… Ama o maske ne derece gerçektir? Belki de asıl yüzünden bile daha gerçektir o insanın maskesi… Belki de gerçek dediğimiz şey dipsiz bir kuyunun dipsizliğidir… Belki de bu yüzden asla uzlaşamaz insanlar ve hep didişirler birbirleriyle; hepsinin de farklıdır çünkü gerçek bellediği…Ve belki de işte bu yüzden ulaşılmazdır ideal ütopyalar… Gerçek ve güzeldirler de ondan…

Sen bana diyebilir misin ki bedelsiz güzellik vardır dünyada? İnsan olmak güzeldir bence ve bedeli de insan olmaktır bu güzelliğin. Dünya güzeldir ve ölmek istemeyiz hiçbirimiz ama sen de biliyorsun ki bir gün yok olacağı için güzeldir dünya…

Kapat gözlerini ve özgür olmaya devam et istersen. Ama eğer bir gün gözlerini açmaya karar verirsen karşında beni göreceksin ve ben gene de elimi uzatacağım sana. Maskelerimizle de olsa bütünleşeceğiz ve el ele yürüyeceğiz önümüzde yol olmaksızın. Devam et sen maskeni takmaya, savaşmak için değil ama… Mastürbasyon, evet, mastürbasyon! Hayat bile bir mastürbasyondan ibarettir zaten… Ama ben kendimi tatmin ederken başkalarını da tatmin edebiliyorsam eğer, onun adı mastürbasyon değil, üretim ve paylaşımdır… İnsanlık bunun fiziksel veya cinsel yanına kısaca sex diyor sevgili psikiatristim. 

Duraksamadan yürümek nasip olmuyor ne yazık ki insanlara sevgili psikiatristim. Kimi zamanlarda insanlar üzerlerinden bir yük kalktığını hissederler ya, ve işte hep karanlık bir odadaki beyaz bir koltukta gözlerini kapatıp hayal kurarlarken olur ya bu; işte tüm yanılsamalarının ve geçmişte yaptıkları tüm hataların pişmanlık anıdır o anlar… Ve onlar isteseler de istemeseler de hayatlarının geriye kalan zamanlarında geçmişe dair her şeyin, tüm yaşadıklarının boşa geçirilmiş zamanlar ve yaşanmışlıklar olduğunu fark ederler. İşte bunun ağırlığıdır aslında gözlerini açtıklarında üzerlerine binen… Ve ışığı açtıklarında odanın aslında orda olmadığını, beyaz koltuğunsa aslında kara bir koltuk olduğunu anlarlar. Ve yapacak başka bir şeyleri olmadığı için gidip o kara koltuğa otururlar. Gerçekle kucaklaşmışlardır istemeye istemeye olsa da…

Her şey sürekli değişiyor sevgili psikiatristim. Bir zamanlar sadece bendim hasta, şimdi işte sen de benim gibi bir hasta…  Maske gerekiyorsa parçalanmamak için, aşkolsun takmayana!

Benim ülkemde yer var sana…

Kaldırabilecek misin özgürlüğü, yoksa tedavi edilmek mi istiyorsun hala?!

Sen işte asıl onu söyle bana!

 

Mektuplaşanlar-6

 

Sevgili Con,

 

Eskiden delirenler bana gelirlerdi ama artık gelmiyorlar; öyle deli deli yaşamaya devam ediyorlar. Geçmişte merak edilenler ve bu merak sayesinde ulaşılan bilgiler iki dünya savaşına engel olamadı ne yazık ki. İki dünya savaşı ve sadece ikincisinde 55 milyon ölü. İşte bu delirtti insanları. Bu muydu medeniyet?

Yıkılan hayaller ve sadece gözlerimizi kapadığımızda yıkılan duvarlar…

Dikenli teller, ah o dikenli teller… Gül dikeni değil ki bu, katlanasın da sevesin.

Şeffaf bir perdenin ardındaki bir manzaraya dokunmaya çalışmak gibidir anlamaya çalışmak. Kara bir perdenin ardındakilerin görünürlüğü ve anlaşılırlığı ne kadar az ise, işte o kadar artar anlama hevesi. Meraktır bilginin temeli. Ve insanın başına ne gelirse biliyor olmaktan, bilmekten gelir. Bilgi işte bu yüzden delirticidir.

Neden deli diye tımarhaneye tıkmışlardı Niçe’yi? Kırbaçlanan atların boynuna sarılıp ağladığı ve “Dayan! Dayanmalısın!” diye haykırdığı için…

Bir saniye, bir saniye daha biniyor sırtıma; ben bir esirim ve tüm yapmak istediklerim aslında zincire vurulmuş hislerim…

Söylenecek ne kaldı ki sevgili Con? Tüm yaptıklarım mecburiyetten, isteklerim ve hislerim zindanlarda. Hislerimin cesetleri savrulmuş parça parça Akdeniz’e. Bildiklerim diri diri duruyor karşılarında ve o yüzden ben bir zindanda…

İliklerime işledi yalnızlık. Bu hücrede, evet bu boş hücrede…

Sen kendi hücrende sevgili Con, ben kendiminkinde… Sana hasta diyorlar, bana suçlu… İkimiz de ceza çekiyoruz… Ben bildiklerimi ve aslında herkesin bilip de söyleyemediklerini söylediğim için, sense benim bildiklerimin nedenini bildiğin  ve varlığınla onları rencide ettiğin, onların gerçeklerini yıktığın için.

İkimizin de özgürüz sevgili Con. Dışarıda olanları görmememiz ve insanları uyarmamamız için içerdeyiz. Çünkü onlar da biliyor sevgili Con; biz onların kölesi olmayacak, onların çizdiği yolda yürümeyecek kadar, kendi yolumuzu bile çizmeden sadece öyle arkamızda derin izler bırakarak yürüyebilecek kadar özgürüz. Onlar hayatı ne sanıyor ki de insanları yargılamak hakkını görüyorlar kendilerinde? Onlar değil mi asıl yargılanması gerekenler? Yaptıklarından dolayı değil ama, yapmadıklarından dolayı. Bu sistem çökecek sevgili Con ve onu içeriden kendi kendileri çökertecek.

İrademizi yok etmişlerdi, şimdi de yaşamlarımızı kendi tekellerine almaya çalışıyorlar. Bana ait olan bir yaşamı nasıl tıkabilirler hücreye? Ben geçmişteki siyasi yaşamım boyunca yaptığım hataları kabullendim ve kendimden nefret ettim. Bu sistemin insanı dürüst olmaktan menettiğini gördüm. Bu sistemin insanları bir örümceğin sinekleri yutması gibi yuttuğunu gördüm. Sinekleri yedikçe şişen örümceğin bir gün patlayacağını biliyorum ama… Ve o gün geldiğinde ortalık sinek cesetleriyle dolacak ve leş gibi kokacak. Beni de yiyecek örümcek, şimdilik bu ağların içine attı beni; kıpırdayamıyorum yerimden. Beni de yiyecek. 

Ama gün gelecek çıkacağım bu hücreden sevgili Con ve gerçek mücadele de işte o zaman başlayacak, zira o zaman ne bir yol olacak önümüzde yürüyecek, ne de biraz umut kalacak içimizde bizi istediklerimizi yapmaktan alıkoyacak!

Yolun açık olsun sevgili Con… Kimsenin izinden gitme, bırak sen yürüdükçe izler seni takip etsin. Ben bunu yaptım; ben bu yüzden içerdeyim. Yürüyeceğim yollar, bırakacağım izler vardı benim oysa daha.

Ben içerdeyim, ama dışarıda kaldı aklım da, gönlüm de…

Senin de kaldı, dostun Takamuro Kootaro’nun da, öyle değil mi sevgili John Donne?

“Benim ülkemde yer var sana” dedin bana…

“Kaldırabilecek misin özgürlüğü, yoksa tedavi edilmek mi istiyorsun hala?!”diye sordun.

Söyle! Tüm bu sorduklarının yanıtını bildiğini ve aklının da gönlünün de hücrenin dışında kaldığını söyle! Zindanlarda bile açacak bir yasemin olduğunu…

Birazcık adalet istediğini, sadece adalet istediğini söyle sevgili dostum Con!

                                                                           Kadim dostun ve eski psikiatristin,

Michel Foucault.

Yorum bırakın